Paylaş
Bunlar bireyler için de, ülkeler için de önemli hasletler.
Yoksa bir zamanlar Enver Hoca’nın Arnavutluk’unda da insanlar yaşıyordu; kendilerini dünyayla hiçbir biçimde kıyaslayamadan, başka insanların nasıl yaşadığını hiç bilmeden evleniyor, çocuk sahibi oluyor, mutlu anlar geçiriyordu kuşkusuz onlar da. Ama bir gün duvar yıkıldı; evlerinin bahçesine yapılan ülkeyi savunma amaçlı ‘bunker’lerin ne kadar anlamsız olduğunu gördüler.
Bugün Kuzey Kore’de de insanlar yaşıyor. ‘Sevgili lider’lerinin arkasından toplu halde gözyaşı döken, hayatları bir yarı-delinin iki dudağı arasında olan insanlar. Kendilerini dış dünyayla, hatta hemen Güneylerindeki kardeşleriyle bile kıyaslayamayan insanlar.
Türkiye böyle bir ülke değil. Bütün kısıtlarımıza, sıkıntılarımıza rağmen kendimizi dünyayla da kıyaslayabiliyor, dünyanın başka yerlerindeki insanlara göre nasıl yaşadığımızı görebiliyoruz.
Ama görmek için bakmak da lazım; başkalarının bizi nasıl gördüğüyle yüzleşmekten korkmamak da lazım.
Önceki sabah, Washington’da eski Amerikan Dışişleri Bakanlarından Madeleine Albright’ın vereceği ‘Sabancı Konferansı’nı izlemek üzere otelden çıkmazdan hemen önce gördüm, saygın Freedom House son raporunu açıklamış, Türkiye’yi basın özgürlüğü bakımından ‘Kısmen özgür’ ülke kategorisinden de aşağıya, ‘Özgür değil’ kategorisine almıştı.
Ne olmuştu da o kategoriye düşmüştük? Aynaya bakmaktan hoşlanmıyorsak, ‘Bu Batılılar bize karşı zaten önyargılılar, ayrıca haber aldıkları kaynaklar da Türkiye’yi ihbar etmeye meraklı vatan hainleri’ diyerek işin içinden çıkabiliriz. Türk’ün Türk’e propagandasını yapar, hatta belki kendimizi iyi bile hissedebiliriz. Ama aslında aynadaki görüntü değişmez.
İşini yapan gazetecilerin işsiz bırakıldığını, buna karşılık gazetelerin ya keskin biçimde muhalif ya da keskin biçimde yandaş olmak olmak arasında ayrışmaya zorlandığını, medya sahipliğinin hükümete göbekten bağlanmış insanlar dışında kimseye yaramadığını, gazete ve haber televizyonları üzerindeki ekonomik baskıların siyasi baskıları bile aşar bir boyutta olduğunu, ifade özgürlüğü üzerindeki kısıtlamaların bütün ‘demokratikleşme reformları’na rağmen yerinde durduğunu görmezden gelirseniz, evet Türkiye’de basın özgürdür!
Doğru, hükümete her gün gazetelerden küfür de ediliyor, muhalefete küfreden gazeteler de var. Ama özgürlüğün ölçütü bu değildir; küfretmek de zaten gazetecilik faaliyeti kabul edilemez.
Küfürlerin varlığına bakıp ‘Bakın basın özgür’ demek ise tam olarak ‘Türk’ün Türk’e propagandası’dır; dünyalı değil yerel olmanın göstergesidir.
‘Türkiye’ye nasıl bir üslupla hitap edelim’ tartışması
FEDERAL Almanya Cumhurbaşkanı geldi; Ankara’da tepeden bir başöğretmen edasıyla Türk demokrasisini eleştirdi, hükümetin eksiklerini sıraladı, yapılması gerekenleri söyledi.
Bizim Başbakanımız ona kızdı; başka bir ülke devlet başkanına söylenmemiş nitelikte sözlerle Alman Cumhurbaşkanı’nı eleştirdi.
Bu vakayı bu hafta hep birlikte yaşadık. Alman Cumhurbaşkanı’nın söyledikleri arasında yalan olan, yanlış olan bir şey yoktu belki ve bu bakımdan o sözlerin yüzümüze tutulan bir ayna olduğu düşünülebilir ama mesele üslupta, söylenme biçimindeydi; aynen Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın konuşmasındaki gibi.
Sakıp Sabancı adına Brookings Institution’da konferans veren eski Amerikan Dışişleri Bakanı Madeleine Albright da Türkiye’yi benzer şekilde eleştirdi; ama onun sözlerini söyleme biçimine Ankara’dan fazla bir itiraz geleceğini sanmam. Mesele üslup.
Washington’da bu üslubun nasıl olması gerektiğiyle ilgili, Türkiye’ye ilişkin artık yerleşik kanaat haline gelmiş olan eleştirilerin nasıl yapıcı biçimde aktarılması gerektiğine ilişkin bir tartışma, bir arayış var. Bu arayış Amerikan yönetiminde de, Türkiye ile ilgili düşünce kuruluşlarında da aktif tartışmaların konusu.
Tabii unutmayın, Türkiye’ye ‘Demokratikleşin, otoriterleşmeyin’ demek isteyen Washington, Türkiye Kürt açılımına başladığında, yani en önemli demokrasi sorununu çözmek istediğinde neredeyse tek bir destek açıklamasını bile esirgeyen bir yer. (Aynı şey, tam da bu konuyla ilgili olan AB müzakerelerinin 23 ve 24. başlıkların açılması için hâlâ isteksiz davranan Almanya başta Avrupa için de geçerli.)
Türkiye’de hükümetin Avrupa ve Amerika’nın Türkiye’nin demokratikleşmesine bakışına ilişkin algısıyla, Avrupa ve Amerika’nın Türkiye’de özgürlüklerin durumuna ilişkin algısı arasındaki mesafe özellikle Gezi olaylarından beri açılıyor.
Ve bu algı farkı maalesef biz Türkiye vatandaşlarının aleyhine oluyor.
Paylaş