Paylaş
Anlatmaya çalışayım:
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun çok sık kullandığı bir tabir var, ‘tarihin normalleşmesi’... Bunu hem Arap Baharı hem de Kafkasya’daki kimi gelişmeler için kullanıyor Davutoğlu ama aslında Türkiye için de kullanmak lazım.
100 yıl önce yaşananlara bakalım. Sovyetler Birliği’nin kurulması. 1. Dünya Savaşı’nı kazananların gerek Avrupa ve gerekse Ortadoğu’da kurdukları yeni düzen.
Bunların hepsi tarihin doğal akışına mühendislik müdahalelerdi. Avrupa’daki yapay ve dolayısıyla sürdürülemez düzen için ilk uyarı 20’li yıllarda büyük iktisatçı Keynes’ten geldi. ‘Yeniden savaş çıkar’ dedi Keynes ve çıktı. Ama savaş da ‘normalleşme’yi getirmedi, ardından Soğuk Savaş yaşanması gerekti, hatta taa 1989’a kadar beklemek gerekti. Ardından zaten Sovyetler Birliği çöktü ve dağıldı. Doğu Avrupa normale geri döndü.
Ortadoğu ise kimsenin umurunda olmadı. Daha doğrusu orada kurulan yapay düzenle oynamak kimsenin işine gelmedi. Arap Baharı, ‘normal’e dönüş yönünde bir ümit verdi ama şu sıralar o ümit hayli azalmış durumda.
Bütün bu çalkantılar içinde Osmanlı şu veya bu yolla, kendi kurtuluşunu ‘Türkçülük’te buldu; Cumhuriyet bu ideolojiyle kuruldu ve bugüne geldi.
Toplumu yatay düzlemde kesen gayrimüslim azınlıklar sorunu daha Cumhuriyet kurulmazdan önce Ermenilerin yok edilmesiyle, Rumların ise Lozan’la birlikte sürülmesiyle bir ölçüde ‘çözüldü’. Geriye bir tek Müslüman Kürt azınlık kaldı; Cumhuriyet onlarla ilk günden bugüne kadar uğraştı, asimile etmek istedi.
Fakat ‘Türkçülük’ toplumu aynı zamanda dikey olarak da böldü. Kurtuluşu İslamcılıkta gören güçlü bir siyasi akım zaten vardı, tepeden zorla gelen Türkçülük ve onun aşırı uygulamaları ‘İslamcı’ muhalefete güç kazandırdı.
Zaman içinde ‘Türkçülük’ çok az şekil ve içerik değiştirdi ama ‘İslamcı’ muhalefet evrildiğini iddia ediyor; artık ‘muhafazakâr demokrasi’den ve ‘hukukun üstünlüğü’nden dem vuruyor, kendi siyasi programında da ‘Devleti Türkçü ideolojiden arındırıp ideolojisiz yapmak’tan başka bir şey vaat etmiyordu; yani ‘devleti İslamlaştırmak’tan söz edilmiyordu.
2002 sonunda iktidara gelen bu ‘İslamcı’ muhalefetin devlet ideolojisiyle iktidardayken de mücadele etmesi onlara ‘İktidardaki muhalif parti’ görünümü verdi. Ama öte yandan ‘Türkçü’ kesimler bu partinin devleti Türkçü ideolojiden arındırmasını da istemiyordu; zaman içinde devlet ideolojisi olarak Türkçülüğün yerine İslamcılığı getireceğinden de kuvvetli biçimde kuşku duyuyordu.
‘İktidardaki muhalefet’in bu söylediğim kuşkuları gidermesinin bir tane yolu vardı: Çoğulculuğu (yani başka pek çok siyasi görüşle birlikte bir ideoloji olarak Türkçülüğün de siyasal alanda yaşama hakkını) benimsemek, temel özgürlükleri kısıtlamasız kabul etmek, demokrasiyi derinleştirip ideolojik devletin yerine hukuk devletini yerleştirmek.
Peki iktidardaki AK Parti bu dediklerimi ne kadar gerçekleştirdi? Ciddi bir mesafe alındığını biliyoruz ama gerek çoğulculuktan, gerek özgürlükleri kısıtlamasız hayata geçirmekten ve gerekse demokrasiyi derinleştirip hukuk devletini hâkim kılmaktan hayli uzak olduğumuz da bir gerçek.
Ama benzer cümleleri devletin Türkçü ideolojiden uzaklaştırılması konusunda da söyleyebilirim; temenniler ve atılmış bazı adımlar var ama ‘ideolojisiz devlet’ten hayli uzak olduğumuz da bir başka gerçek.
1915’le ilgili taziye mesajını ve Haşim Kılıç’ın konuşmasını bu bağlamda bir kez daha okuyun.
‘Hukuk güvenliği’ daha da aşınırken
ANAYASA Mahkemesi Başkanı’nın dünkü konuşmasında bir yüksek yargıç ağırbaşlılığından ayrılıp doğrudan Başbakan’la polemik yapmaya yönelik cümleler, paragraflar kullanması büyük bir yanlışlık.
En az bunun kadar büyük yanlışlık, Başbakan’ın Haşim Kılıç’ın sözlerini cevapsız bırakmaması ve zaten başlamış olan polemiği sürdürmesi olacaktır.
Ve bütün bunlar oluyorken Başbakan’ın Anayasa Mahkemesi’nde görüşülmeyi bekleyen bireysel başvurusunun başına gelecek her şey de, bu polemikler bağlamında değerlendirilmekten kurtulamayacaktır.
Bütün bunların sonunda da elimize geçecek tek şey, Türkiye’de ‘hukuk güvenliği’nin biraz daha azalmasından başka bir şey olmayacaktır.
Paylaş