Paylaş
Sanki ihalelere başkalarının girmesine izin verilmiyormuş gibi bir hava var.
Ve bu milyar dolarlık ihaleleri hep aynı şirketler kazanıyor. Bazılarında bir konsorsiyum olarak, bazılarında tek başlarına işleri alıyorlar.
Bu şirketlerin Türkiye vergi rekortmenleri listelerinde isimlerine pek rastlanmıyor ama.
Belli ki kazançları, o listelere girebilmelerine yetecek kadar çok değil.
Bu durumda ben de hep merak ediyorum, bu şirketler bu milyar dolarlık işleri nasıl tamamlayacaklar? İşlerini aksatmadan yürütebilmelerine olanak sağlayacak bir nakit akışı için gerekli krediyi nasıl bulacaklar diye.
Nitekim son yapılan büyük ihaleler ile ilgili olarak ciddi bir kredi darboğazı yaşandığını biliyorduk.
Ama Türkiye’de böyle durumlarda çare tükenmez, biliyorsunuz.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, deyim yerindeyse “şapkadan bir tavşan çıkardı”.
Bu sihirbazlık numarasının sonucu, müteahhitlerin aldıkları kredilere hazine garantisi verilmesi.
Artık bu firmalar ne kadar kredi kullanırlarsa kullansınlar, aldıkları işi bitirseler de bitirmeseler de, borçları bizlerin borcu haline geliyor.
Bankaların, bu işadamlarına kredi vermek için artık dertlenmelerine, şirketlerin krediyi geri ödeme yeterliliklerinin olup olmadığına bakmak gibi bir dertleri de kalmamış oluyor.
Krediyi verecekler, müteahhitlerden tahsil edemezlerse, Hazine bizlerden toplanan vergilerle bu borcu kapatacak. Krediyi de, işlemiş, işleyecek faizlerini de devlet ödeyecek.
Bundan daha “ballı” bir iş olabilir mi?
19 Nisan tarihli Resmi Gazete’de “Hazinenin Borç Üstlenim Yönetmeliği” adıyla yayınlanan yönetmeliğe göre 1 milyar liranın üzerindeki “yap-işlet-devret” işlerini alanlar ile Milli Eğitim Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığı’nın ihale ettiği ‘Yap-Kirala-Devret’ işlerini alanların, TL ve döviz kredisine devlet garantör oluyor.
Yönetmelik geriye doğru da işleyecek ve daha önce bu tür ihaleleri alanlar da devlet garantisinden yararlanacak.
Ve daha da güzeli şu:
Hangi iş için hazine garantisinin verileceği, ihale aşamasında “gizli” olacak.
Başbakan kime garanti vermek isterse ona garanti verecek ama bunu ihale aşamasında, ihaleye girmeye niyetli olan herkes bilemeyecek.
Başbakan’ın havuzcu müteahhitlerine böylece ihalelere girerken kimsenin yarışamayacağı bir avantaj daha sağlanmış oluyor.
Hatırlarsınız, bankaların batmasıyla sonuçlanan krizden önce de böyle uygulamalar vardı ve bedelini hep birlikte ödedik.
Hazırlıklı olun, geri ödenmeyen kredileri yine biz ödeyeceğiz, üç-beş kuruşu bir kenara atın, ek vergilerle ellerini ceplerinize soktuklarında mahcup olmayın!
O malum müteahhitlerden biri telefon konuşmasında kahkahalar atarak ne diyordu: Milletin anasını belleyeceğiz! (Ben kibarlaştırmaya çalıştım.)
İşte uygulamaya geçtiler bile!
Demek ki ‘dublaj-montaj’ değilmiş!
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, “Ellerinde şantaj kasetleri var. Cumhurbaşkanı’nın da var, benim de vardı, Genelkurmay Başkanı’nın da. Ama ben, ‘Benimle ilgili olanı açıklayın, açıklamazsanız namertsiniz’ diyorum. Ancak benim bakanlarımla, eşimle, çocuklarımla yaptığım görüşmeleri verebildiler” dedi.
“Şantaj” kavramının anlamına daha önce değinmiştik.
Birisinin, elindeki herhangi bir veriyi, bilgiyi, fotoğrafı vs. kullanarak, sizi yapmak istemediğiniz bir işe zorlamaları eylemini böyle tanımlıyoruz.
Elbette ellerindeki bilgiler de sizi zor duruma sokacak nitelikte olmalı ki istediklerini yapabilsinler.
Normal bir bilgi, telefon konuşması vs. olsa bunlarla sizi nasıl tehdit edebilirler ki?
Yani Başbakan’ın söyledikleri gerçek ise Cumhurbaşkanı’ndan tutun da Genelkurmay Başkanı’na kadar devletin üst kademelerinin ortaya çıkarsa zor duruma düşecekleri işleri var!
Tuhaf değil mi?
Bana öyle geliyor ki Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı’nı işin içine katmasının nedeni “yalnız kalmamak” çabası.
Başbakan’ın partisinin grubunda yaptığı bu konuşmanın şu cümlesine dikkatinizi çekmek istiyorum:
“Ancak benim bakanlarımla, eşimle, çocuklarımla yaptığım görüşmeleri verebildiler.”
Hatırlayacaksınız, daha önce bu konuşmaların “dublaj, montaj” olduğunu iddia etmişti.
Böylece artık o telefon kayıtlarının gerçekliği ile ilgili kanaatimizi güçlendirecek sözleri, Başbakan’ın kendi ağzından da duymuş oluyoruz!
Gerçekten ilginç bir itiraf!
Yasakçılık temel karakteri oldu
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, 1 Mayıs’ı yeni bir gerilim vesilesi olarak kullanmaya kararlı olduğunu dün bir kez daha vurguladı.
“1 Mayıs’ı kutlamak isteyen yasaların izin verdiği yerde kutlamasını yapar” dedi.
Bu köşede, 1 Mayıs gösterileri ile ilgili olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin aldığı bir kararı geçenlerde yazmıştım.
Karar, toplantı yapma özgürlüğünün, toplantının istenilen yerde yapılmasını da kapsadığını hüküm altına alıyor.
“İzin verilmesi” diye bir kavramı kabul etmiyor, çünkü doğası gereği bu hak, önceden izin almayı da gerektirmiyor.
Başbakan Taksim’de gösteriye neden izin vermeyeceğini de “halkın ve esnafın huzurunun kaçmaması” ile açıklıyor.
Oysa mahkemenin kararında “soyut ve kanıtlanamayan gerekçeler ile bu hakkın ortadan kaldırılmasının insan hakları ihlali” olduğu da vurgulanmış.
1 Mayıs, bu hükümetin kararıyla bir bayram günü ilan edildiğinde ve gösteri Taksim’de yapıldığında hiçbir olay çıkmamıştı. Kimsenin canı yanmamış, kimsenin camı çerçevesi kırılmamış, kimse zarara uğratılmamıştı.
Hükümetin görevi, demokratik hakları yasaklamak değil, o meydanda huzur ve güvenlik içinde gösterinin yapılmasını sağlamaktır.
Bakın Diyarbakır’da son Nevruz’da olay çıktı mı?
Çıkmadı, çünkü ortalıkta polis filan yoktu, müdahale olmayınca olay çıkmadı, Nevruz kutlandı. PKK şefleri bile görüntülü konuşmalar yaptılar, insanlar barış içinde evlerine geri dönebildiler.
Şimdi Taksim’de bu ortam neden yaratılamıyor ve “yasak da yasak” diye tutturuluyor?
Paylaş