Paylaş
Hayallerimizle gerçekler arasında mesafe olması da son derece doğal. Hepimiz insanız.
Gündelik hayatın hemen hemen her şeyinde algılarımız ve hayallerimizle gerçek arasında ama çok, ama az mesafe olabilir.
Siyaset konusunda da olabilir bu mesafe. Eğer mesafe çok açıksa bir sorun var demektir. Mesafenin çok açık olduğu gözümüze sokuluyor ve biz yine de mesafeyi kapatmak için bir şey yapmıyorsak, sorun kronikleşiyor demektir.
Seçim sonuçları, bazılarımızın hayalleri ve algıları ile gerçekler arasındaki mesafeyi fena halde göz önüne getirdi.
İki haftadır bakıyorum, acaba bu mesafeyi kapatmak için bir çaba içine girecekler mi girmeyecekler mi?
Psikolog değilim, psikolojinin iyimser ihtimalle sosyoloji kadar ‘bilim’ olduğunu düşünenlerdenim ama takip edenler biliyor, zaman zaman siyasi konuları psikolojinin terimleriyle de anlatmaya çalışıyorum.
‘Beyaz Türkler’ diye adlandırılan kesimlerin (ki aslında ben de bu kesime dahilim) seçim sonrasında girdikleri sessizliği, bir nevi gerçeği inkâr boyutuna varan ‘bilişsel çelişki’yi anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyorum.
‘Beyaz Türkler’in karşı karşıya olduğu ve çözüm göremedikleri için içlerine kapanmalarına, hatta bir nevi depresyona girmelerine neden olan sorun aslında yeni, 31 Mart sabahı ortaya çıkmış bir sorun değil.
İyice geriye gideceksek taa 15 Mayıs 1950 sabahından beri durum aynı. Yani aradan 64 yıl geçmiş; bu kesim hâlâ aynı şeyleri tekrar tekrar yaparak farklı bir sonuç elde etmeye çalışıyor. Albert Einstein’ın aynı şeyi tekrar tekrar yapıp farklı sonuç beklemeye ne isim verdiğini söylememe gerek yok; durum ortada.
Bir grup insanın ülke siyasetini, ülkesindeki temel siyasi bölünmenin dinamiklerini ve en önemlisi kendi vatandaşını bunca yıl yanlış tanımaya, bilmeye devam etmesinin ve defalarca yanıldığı halde doğru anlamak için bir çabaya girmeyecek denli kendi ülkesine yabancılaşmasını anlamak kolay değil.
Bundan 15-20 yıl önce, bu süreki yanılan kesimle dalga geçmek mümkündü belki ama bugün gelinen noktada durum çok ciddi.
Çünkü ülkede bir siyasi parti sekiz seçimi üst üste kazandı ve bunu karşısındaki muhalefeti ülke coğrafyasının çok geniş bir bölümünde neredeyse yok ederek yaptı.
Ve bu muhalefet yokluğunun bazı sonuçlarını yaşamaya başladık bile; daha da yaşayacağız. Daha önce yazdım, ‘tek parti demokrasisi’ diye bir şey olmaz; bu durum ister istemez otoriterliğe gider.
Bölgesel veya yerel muhalefetler de sonunda marjinal olma tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Olan bizim demokrasimize olur.
Aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar beklemekten vazgeçmenin zamanı gelmedi mi?
CHP’nin üç oyundan biri
SEDAT Ergin günlerdir seçimin sayısal değerlendirmelerini yapıyor; eminim gerçekle yüzleşmek istemeyenler ona çok kızıyordur ama aynada çıkan görüntüye kızılmaz.
Sedat dün CHP’nin aslında nasıl bir oy kaybı içinde olduğunu yazdı; bugün de büyükşehirlerden söz edeceğini duyurdu. Ondan rol veya yazı çalmak gibi olmasın ama bir şeye dikkat çekmek istiyorum:
CHP’nin coğrafi sıkışmışlığını herkes yazıp çiziyor, söylüyor fakat bu partinin İstanbul oyları üzerinde duran pek olmadı. CHP, Türkiye çapında aldığı her üç oydan neredeyse birini İstanbul’dan almış gibi gözüküyor.
Tek başına bu bile, CHP’nin 11 milyon oy almasına rağmen marjinalleşme yolunda ilerleyen bir parti olduğunun göstergesi.
Aynı şeyleri yapmaya devam edip her seferinde farklı sonuç beklemenin partileşmiş hali CHP.
Paylaş