Paylaş
“İnsanların mahremine girmek, kaydedip şantaj amacı ile kullanmak güzel dinimizin hiçbir ilkesiyle bağdaşmaz.”
Evet, “şantaj” bütün dinlerin ve bütün kültürlerin reddettiği, aşağıladığı bir tutum, buna kim itiraz edebilir ki?
Başbakan bu sözleri, 17 Aralık’tan sonra ortaya çıkan telefon konuşmaları ile ilgili olarak söylüyor.
Cemaat ile Başbakan ve adamlarının arasından 17 Aralık’tan önce ne olarak geçti, tam olarak bilemiyoruz.
17 Aralık’tan önce bu kayıtlar, Başbakan ve adamlarını belli davranışlara yöneltmek için kullanıldıysa, bu elbette şantajdı.
Dedim ya, aralarında tam olarak ne geçtiğini bilemiyoruz, şu oldu, bu oldu derken soruşturma ile birlikte telefon kayıtları alenileşti.
Kimisi savcıların yazdığı iddianamelere girdi, kimisi fezleke haline gelip TBMM’ye ulaştı, kimisi de “korsan” olarak internette yayınlandı.
Eğer aralarında anlaşabilmiş ve bu kayıtlar gizli kalabilmiş olsaydı, bir şantajdan söz edebilirdik.
Ama artık bir şantajdan söz edemeyiz. Bunlar çoğu resmi mahkeme kararlarıyla elde edilmiş, yasal kayıtlar. Evet, yayınlanması kanunlara göre suçtu ama bu suç Başbakan’ın iktidarı döneminde o kadar çok işlendi ki bundan en son yakınacak kişi de kendisinden başkası değil.
“Yanlış iş yapmıyorsanız dinlenmekten korkmayın” diyen de kendi hükümetinin bakanından başkası değildi, onu da hatırlatayım.
Yani durum tam olarak Başbakan’ın Deniz Baykal’ın görüntüleriyle ilgili olarak söylediği durum!
Onun Baykal için söylediği “Ne özeli, genel bu, genel” sözlerini, şimdi kendisine tekrarlayabiliriz: “Ne mahremi, genel bu, genel.”
O telefon konuşmaları artık “mahrem” ya da “özel” olmaktan çıktı, genelleşti.
Korkunç bir rüşvet ve yolsuzluk ağı bu sayede ortaya çıktı ve AİHM kararları da artık bu aşamadan sonra bu kayıtların “genel” olduğunu, yayınlanmasında kamu yararının bulunduğunu belirliyor!
Onun için artık edebiyatı bırakalım, adalet mekanizmalarını işletelim. “Kalplerde ve amelde” neler yapılmış, neler işlenmiş öğrenelim!
Bir gün filler uçmaya başlarsa
AKP iktidarının ilk yıllarında, Avrupa Birliği üyeliğinden, Türkiye’nin yabancı yatırımcıyı çekebilmesi için evrensel değerleri benimsemiş bir hukuk devleti olmasından söz ediliyordu.
Başta Başbakan olmak üzere tüm AKP sözcülerinin ağızlarından bu sözler, bu hedefler düşmüyordu.
Zamanla bunları unuttuk.
Bunun bir tek nedeni var, Başbakan’ın çağdaş demokrasi ve evrensel hukuk ile başının hoş olmaması.
O her şeyin kendi istediği gibi olmasını istiyor, bunun için AB üyeliğini de, evrensel hukuku da, yabancı yatırımcıya güven vermeyi de artık o kadar umursamıyor.
Umursuyor olsaydı, şöyle bir sözü söyler miydi:
“Bu ülkenin anayasal bir kurumu çıkıyor, ülkesinin haklarını savunacağı yerde uluslararası şirketlerin ne yazık ki ticari hukukunu savunuyor.”
Gerçekten Batı’nın ekonomik ve demokratik sisteminin bir parçası olmak istiyor olsaydı, böyle bir cümle kurmayı aklından bile geçirmezdi.
Çünkü bilirdi ki bir ülkenin en tepe yöneticisi, hukuk kurallarının yabancılara başka, yerlilere başka uygulanmasından yanaysa, o ülkeye ne yatırım gelir, ne yabancı sermaye gelir, ne de o ülke o ekonomik sistemin bir parçası olabilir.
Eğer, AB üyeliğini gerçekten istiyor olsaydı, AB Yüksek Komiseri Stefan Fülle’nin “Önünüzde 3 ay süre var. Ya Türk hükümeti başta yolsuzluklar olmak üzere her şeyin üzerine şeffafça gider ya da Türkiye ile müzakereler dondurulur” mesajını ciddiye alırdı.
Ama duyduğumuz her sözünden anlıyoruz ki ne yolsuzluk soruşturmaları şeffaf olarak yürütülecek, ne de ifade özgürlüğünün önündeki engeller kaldırılacak.
Başbakan Erdoğan’ın direksiyonunda oturduğu bir ülkenin, Avrupa Birliği’ne girebilmesi, günün birinde fillerin uçmaya başlaması ile mümkün olabilecek.
Sonunda mahkemeyi de kaldıracaklar
AKP Grup Başkanvekili Mustafa Elitaş, HSYK Kanunu’nun bazı maddelerinin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesi üzerine şöyle bir açıklama yapmıştı:
“Biz çıkardığımız her yasanın Anayasa’ya uygun olduğu kanaatindeyiz. Burada Anayasa Komisyonu var, 26 milletvekili tarafından temsil edilen, Anayasa profesörlerinin bulunduğu, konusunda uzman arkadaşlarımız var. O uzman arkadaşların uygun bulduğu bir şeyi Anayasa Mahkemesi reddediyor. TBMM’de yapılan bir düzenlemeyi, 550 milletvekilinin belki 300 tanesi bu kanunun Anayasa’ya uygun olduğunu ifade ediyor, Anayasa Mahkemesi’nin 17 üyesi ‘Uygun değildir’ diyor. Biz her türlü mahkeme kararına saygılıyız, uymak zorundayız. Ama her türlü karara da saygı duymak zorunda değiliz.”
“Mahkeme kararlarına saygılı olmak” ya da “saygı duymak zorunda olmamak” gibi birbirinin tam tersi iki kavramın aynı cümle içinde kullanılmış olmasını bir kenara bırakın.
Belli ki Elitaş, ayaküstü konuşma alışkanlığı olan her siyasetçi gibi düzgün cümle kurayım derken, her şeyi birbirine karıştırmış.
İlgimi çeken konu, Elitaş’ın kanunların Anayasa’ya uygunluğunun denetlenmesine karşı ileri sürdüğü gerekçe.
Komisyonda anayasa profesörleri varmış, milletvekillerinin çoğu Anayasa’ya aykırı olmadığına karar vermiş, Anayasa Mahkemesi’nin 17 üyesi nasıl olur da kanunu Anayasa’ya aykırı bulurmuş!
Ortaya çıkıyor ki bir fırsatını bulabilseler “Anayasa Mahkemesi’ne de gerek yok, kaldıralım gitsin” diyecekler.
Paylaş