Paylaş
Karar çarşamba günü akşamüstü alındı, Resmi Gazete’de yayımlandı, gereğinin yapılması için Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’na (TİB) gönderildi.
Normal bir hukuk devletinde mahkemenin bu kararının, tebliğ edildiği anda uygulanması gerekirdi ama dün bu yazıyı yazdığım saate kadar “tık” yoktu.
Anayasa Mahkemesi’nin kararından önce verilmiş bir İdare Mahkemesi kararı da vardı, o da verildiği günden beri TİB Başkanı’nın odasında, bir sumenin altında bekliyordu.
TİB Başkanı mahkeme kararlarını “sallamıyor” çünkü seçimden hemen önce bunun hazırlığını da yapmışlardı.
TİB Başkanı’nın işlediği bu suç nedeniyle yargılanabilmesi Başbakan’ın iznine bağlı ve o izin vermediği sürece yargılanabilmesi de mümkün değil.
Zaten kendisine de öyle bir İçişleri Bakanı seçti ki adam “Yapacağın suç olsa da korkma, arkasından kanun çıkarırız” diyebilecek bir zihniyete sahip!
Kararın uygulanmaması, bir hukuk devletinde kabul edilebilecek bir durum değildir.
Ama artık “hukuk devleti” ilkesine de veda ettiğimiz ortaya çıkıyor.
Belli ki Anayasa askıya alınmış, keyfi şekilde uygulanıyor ya da uygulanmıyor.
İktidardaki tek adam, “Kanun da benim, mahkeme de” anlayışı içinde.
İstediği mahkeme kararını uyguluyor, beğenmediği mahkeme kararını uygulamıyor.
Bunu açıkça söylüyor, Allah için sözünün de eri, bildiğini okumaya devam ediyor.
Bir ülkede mahkeme kararlarından bazıları hükümetin hoşuna gidiyor diye uygulanabiliyor, diğerleri hükümet beğenmedi diye uygulanmıyorsa, orada artık vatandaşların hakları bir kişinin iki dudağı arasında demektir.
İdarenin eylem ve işlemleri denetlenemiyor, iktidar gücünü elinde tutan keyfi bir şekilde ülkeyi yönetiyor demektir.
Böyle rejimlere demokrasi diyemiyoruz!
Bunun adı faşizmdir!
CEVAP / DÜZELTME METNİ
Hürriyet Gazetesi’nin 30.01.2014 tarihinde Mehmet Y. Yılmaz tarafından kaleme alınan “Bu Davaya Sonunda Yüce Divan Bakacak” başlıklı gerçekle alakası olmayan, iftira niteliğinde yazı ile müvekkillerime ağır ithamlarda bulunulmuş, gazetecilik ilkeleri, hukuk fütursuzca çiğnenmiştir. Yazı içeriğinde gerçekle alakası olmayan beyanlarda bulunularak, müvekkillerim kamuoyunun husumetine maruz bırakılmıştır. Gazetede yer alan bu satırlar bir durum ya da olay anlatımından çok, müvekkillerimi zan altında bırakmak maksadıyla kaleme alınmıştır. Özellikle ülke gündeminde siyasi iktidara karşı yürütülen kirli savaşta her yolu meşru sayan, yalan ve iftirada birbiri ile yarışan sözde gazetelerin ve sorumsuz siyasetçilerin bu iddiaları, yürüttükleri psikolojik savaşın bir parçasıdır. Hukuk, basın ahlakı ve vicdanın olmadığı bu iftiranın hedefi herkesçe malumdur. Müvekkilime karşı yayınlanan bu kin ve nefret yazısının arka planındaki kirli düşünceleri ve hesapları kamuoyunun takdirine bırakıyoruz. Netice olarak bu hakaretlerin gazeteniz vasıtasıyla kamuoyuna duyurulması hukuka aykırıdır. Bu yazı 5187 sayılı Basın Kanunu, basın meslek ve ilkelerine aykırıdır. Adalet ve tarafsızlığa saygılı olma, kişi ya da kuruluşları aşağılayıcı yalan haber yapma veya iftira niteliği taşıyan yayın yapmama, özel amaçlara hizmet eden ve haksız rekabete yol açan yayın yasağı ilkelerine uygun değildir. Söz konusu hakaret içeren bu yazı ile ilgili tüm yasal haklarımızı hızlı, eksiksiz ve etkin bir şekilde kullanacağımızı da dikkatlerinize sunarız.
Kamuoyuna saygılarımızla sunarız.
Recep Tayyip ERDOĞAN
Necmeddin Bilal ERDOĞAN
Vekili Av. Ahmet ÖZEL
Alaturka Putin-Medvedev senaryosu mu?
CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül’ün “Cumhurbaşkanı adaylığı konusunda Başbakan ile konuşmanın vakti geldi” sözlerinden sonra, artık yeni bir seçim sürecinin başladığını söyleyebiliriz.
Şimdi merak edilen birinci konu Türkiye’de de bir “Putin–Medvedev” olayı yaşayacak mıyız, yaşamayacak mıyız?
Karakterler de uyuyor aslına bakarsanız, “Putin–Erdoğan”, “Medvedev–Gül”!
Yerel seçim sonuçlarının belli olmasından sonra AKP liderinin, birinci turda bile seçilebileceğini hesapladığına kuşku yok.
Ama bu ona yeter mi, sınırlı yetkiye sahip bir cumhurbaşkanı olarak Köşk’te oturmaya ve dizginleri Gül’ün eline bırakmaya tahammül edebilir mi?
Bu konudaki asıl soru bence bu.
Sivil anayasa çalışmalarını, “başkanlık sistemi, o olmadı yarı başkanlık, o da olmazsa partili cumhurbaşkanı” talepleriyle sabote eden Başbakan’ın, yetkisi sınırlı bir cumhurbaşkanlığını içine sindirmesi mümkün değil.
Her konuya tek başına karar verme isteği, tek adam yönetimi kurma hevesini ihmal etmeyelim.
Siyasi falcılık olacak belki ama Başbakan’ın, bu yönde bir değişikliği kendince garanti altına almadan bu işe kalkışmayacağını düşünüyorum.
Bunu yapabilmesinin yolu da belli: Partisinin içine hâkim olacak, milletvekillerini yine bizzat kendisi seçecek, Anayasa’yı değiştirecek bir çoğunluk elde ederse ya da buna uygun bir ittifak kurabilirse, “başkan” ya da “yarı başkan” olacak.
Partiyi bırakıp, Köşk’e çıktıktan sonra bunu nasıl yapabilir, Abdullah Gül, yetkisiz bir Başbakanlığı içine sindirebilir mi sorularının yanıtlarını da elbette kendisine vermiş olması gerekiyor.
Milletvekili seçiminin öne alınarak, Cumhurbaşkanlığı seçiminin birinci turu ile birleştirilmesi elbette mümkün. Böylece meydanlara çıkıp hem kendi Cumhurbaşkanlığı kampanyasını, hem de partisinin genel seçim kampanyasını yürütebilir. Böylece bir taşla iki kuş vurmayı da dener.
İki turlu bir seçimin ilk ayağının bir başka seçimle birlikte yapılmasının teknik ve etik zorluklarını kaale alacağını zannetmiyorum.
Paylaş