Paylaş
Oyumu kullanırken “Sayımız belli olsun” diye düşündüm. Benim gibi, yerleşik ana akım siyasi partilere mesafeli, bize sunulanlardan çok daha farklı çözümlerin olabileceğini düşünen insanların da bu toplumda var olduğu bilinsin istedim.
Yarın bir kez daha sandık başına gideceğiz ve siyasi tercihlerimize göre oylarımızı kullanacağız.
Bundan önceki seçimlerde hep şöyle düşünmüştüm: Halk seçimini yaptı, ona saygılı olmak gerekir.
Doğal olarak bu seçimin sonuçlarına da saygı göstereceğim.
Ama bu kez, bu seçimlerin ardından ülkeye bir huzur ve sükûnet havasının hâkim olabileceğine de –ne kadar istesem de– inanamıyorum.
Başta iktidar partisi ve Başbakan’ın çabaları nedeniyle öyle derin bir bölünme yaşıyoruz ki seçim sonuçları bunu tescil etmekten başka bir işe yaramayacak.
Araştırmalara göre seçimin galibi olacağı görülen Başbakan’ın yeni bir balkon konuşmasına da artık herkesin karnı tok gibi görünüyor.
Çünkü seçimden sonra bizi bekleyen tek şey, bugünkü iktidarın otoriterleşme eğiliminin daha da azgınlaşmasından başka bir şey olmayacak.
Seçim kampanyası süresince iktidar partisinin sözcülerinin ve Başbakan’ın söyledikleri bana bunu düşündürüyor.
Öyle görünüyor ki rüşvet ve yolsuzluk suçlamaları ile başlayan hükümet–cemaat kavgası bir cadı avına dönüşecek.
Bununla da kalmayacak.
Başbakan, seçimlerden sonra MİT Kanunu ile birlikte Yargıtay ve Danıştay’ın da “ele alınacağını” açıkça söyledi.
HSYK’nın Adalet Bakanlığı’na bağlanmasının ardından bu “ele almanın” ne yönde cereyan edeceğini kestirebilmek zor değil.
Bir demokrasinin olmazsa olmazı sayılması gereken güçler ayrılığına son darbeler de vurulacak ve Türkiye, hiçbir anayasal güç tarafından dengelenmeyen bir iktidarın insafına kalacak.
MİT Kanunu ile birlikte Türkiye, eski Baas rejimlerine benzer bir istihbarat devletine dönüşecek.
Ve o MİT’in başında “Gerekirse adamlarımı gönderir, boş alanlara sekiz füze attırırım” diyerek “savaş için gerekçe üretmeye hazır” bir yönetici var.
Bunu düşünebilen bir yöneticinin başında olduğu istihbarat örgütünün yetkilerinin artmasının, yargının denetiminin dışına çıkarılmasının yol açabileceği sorunlar, hepimizi ürkütmeli.
Hükümetin İçişleri Bakanı, valiye “Gazetecinin kapısını kırın, girin, alın” emrini verebiliyor.
Aynı bakan, verdiği emrin yasalara aykırı olabileceğini ihsas eden emniyet müdürünü rahatlatabiliyor: “Merak etme, suçsa bile kanunu değiştiririz”.
Başbakan, miting meydanlarında işadamlarını, gazetecileri, kendisi gibi düşünmeyen herkesi tehdit edebiliyor.
Tehditlerinin “kuru gürültü” olmadığını, ima ettiği her şeyi yapabileceğini, “kim ne derse desin” diye düşündüğünü de biliyoruz.
Bir demokraside seçim, ülkeyi rahatlatır, siyasi tansiyonu düşürür ve insanların geleceğe güvenle bakmalarını sağlar.
Ama bu seçimde ülkenin yarısından çoğunun böyle hissedemeyeceğini de artık biliyoruz.
Demokrasinin olanaklarından yararlanarak iktidara gelenlerin, otoriter bir tek adam yönetimi peşinde olduklarını gördük.
Bir cumartesi günü çoğu okuyucunun içini kararttığımın farkındayım.
Ama ne ile karşılaşacağımızı bilelim ki demokrasimizi, bu ülkede yaşama hakkımızı, yaşam biçimimizi seçme hakkımızı, söz söyleme özgürlüğümüzü korumaya ve yolsuzluklardan arınmış temiz bir kamu yönetimi talebimize daha çok sahip çıkabilelim.
Beşer şaşar, arşiv unutmaz!
BU seçim sürecine damgasını vuran mesele hiç kuşkusuz ki 17 Aralık 2013 tarihinde başlayan rüşvet ve yolsuzluk soruşturmalarında ortaya çıkanlar oldu.
Hükümet, yolsuzluk soruşturmasından kurtulmak için yargıyı hallaç pamuğu gibi attı, bunun sonucu gizli dinleme kayıtlarının yaygınlaşmasından başka bir şey olmadı.
Hafızası zayıf bir toplum olduğumuz için, 17 Aralık’tan sonra neleri öğrendiğimizi bir kez daha hatırlatmak istiyorum.
- Halkbank Genel Müdürü’nün evinde, ayakkabı kutuları içine saklanmış durumda 4.5 milyon dolar para çıktı.
- Eski İçişleri Bakanı Muammer Güler’in oğlunun evinde 1 milyon 200 bin lira nakit para, para sayma makinesi, boyum büyüklüğünde çelik kasalar bulundu.
- Bakan Güler’in oğluna “İşadamına danışmanlık yapıyorum de” diye öğüt verdiği ortaya çıktı.
- Bakan Güler’in, bazı kişileri TC vatandaşı yapmak ve bir işadamının ayağına dolanan polis müdürünü görevden alarak işadamına özel koruma sağlamak için 10 milyon dolar aldığı iddiaları fezlekeye girdi.
- Eski bakanlardan Zafer Çağlayan’a aynı işadamı 700 bin liralık saat hediye etti, özel uçağıyla ailecek umre gezisine gönderdi.
- Bakan Çağlayan’ın adının bir rüşvet listesinde yer aldığı, 20 milyon doların üzerinde rüşvet verildiği fezlekeye girdi.
- Eski bakanlardan Egemen Bağış’a çikolata tepsisi ve elbise torbaları içinde milyonlarca dolar verildiği fezlekeye girdi.
- Başbakan’ın tek kişilik bir ihale komisyonu gibi çalıştığı, istediği işadamına ihale verdiği, beğenmediklerine verilen ihaleleri iptal ettirdiği ortaya çıktı.
- Başbakan’a deniz kenarında villalar verildiğini öğrendik.
- Başbakan’ın oğluna “Evdeki paraları sıfırlayın” talimatı verdiğini duyduk, evdeki paraların dağıtıla dağıtıla bitirilemediğini, elde kalan 30 milyon Euro’nun “bina alarak eritilmeye çalışıldığını” dinledik.
- İşadamlarına havuz kurdurularak medya kuruluşlarının el değiştirdiğini öğrendik.
- Başbakan’ın oğlunun kurduğu vakfa, devlet ile iş yapan işadamlarının milyonlarca Euro bağışta bulunduklarını öğrendik.
- “Milli orduya kumpas kurulduğunu” iktidar yetkilileri açıkladı.
- Hükümet, 11 yıldan sonra devlet içinde paralel bir yapı kurulduğunu fark edebildi.
- Savcıların, yargıçların, polislerin kanunları uygulamak yerine Pensilvanya’dan gelen talimatlara göre hareket ettiklerini hükümet yetkilileri açıkladı.
- Başbakan’ın, Adalet Bakanı’na talimat vererek yargıya müdahale çabası içinde olduğunu, bazı davalardan mahkûmiyet çıkmasını istediğini öğrendik.
- Deniz Baykal’a ve MHP’lilere kurulan şantaj tuzaklarında hükümet ile cemaatin işbirliği içinde hareket ettiğini öğrendik.
Paylaş