Paylaş
Biliyorsunuz, bu eski bakanlarla ilgili savcılık tarafından yazılan ilk fezlekeler, Adalet Bakanlığı tarafından savcılığa iade edilmişti. O arada soruşturmayı yürüten savcı da hükümet marifetiyle tayin edilmiş, yerine yeni savcı gelmişti.
İşte o yeni savcı, ilk iş olarak bakanlar hakkındaki fezlekeleri yeniden yazdı ve bu kez doğrudan Meclis’e gönderdi. Meclis, CHP’nin girişimiyle 19 Mart günü için olağanüstü toplantıya çağırıldı, fezlekelerin bu toplantıda genel kurulda okunması ve böylece tutanağa girip aleniyet kazanması sağlanmaya çalışılacak.
Bütün bu gelişmeler yaşanırken dün itibarıyla iki fezleke ‘sızdı’. Bu sızan iki fezlekenin birinde üç eski bakan (Çağlayan, Güler ve Bağış), birinde ise bir eski bakan (Bayraktar) hakkında suçlamalar ve eldeki deliller sıralanıyor.
Bilmediğimiz şu: Bu ‘sızan’ ve benim de başka pek çok kişiyle birlikte dün okuduğum fezlekeler acaba hemen 17 Aralık sonrası ilk soruşturma savcısı tarafından Adalet Bakanlığı’na gönderilen fezlekeler mi, yoksa yeni savcı tarafından yeniden yazılan ve halen Meclis’te bir odada tutulan fezlekeler mi?
Tamamen spekülasyon yapıyorum ama bence internet üzerinden paylaşılan fezlekeler ilk savcının yazdığı ilk fezlekeler. Sızdıranın amacı, birkaç gün sonra ortaya çıkması beklenen Meclis’teki fezlekelerle ilk fezlekeler arasındaki farkın fark edilmesini sağlamak.
Eğer aynı kişiler hakkındaki iki fezlekenin birinde yer alan delil ve emareler ikincide kullanılmadıysa, suçlamaların ciddiyeti hafiflediyse, o zaman hepimiz kendi aklımızda tuttuğumuz şüphelere kanıtlanmış muamelesi yapacağız. Yani, özellikle bakanlarla ilgili rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasının hükümetin girişimleriyle, sadece polis değil savcılık eliyle de kapatılmaya çalışıldığı izlenimi iyice pekişecek.
Tabii iki fezleke arasında, savcının kullandığı dil açısından (okuduğum fezleke savcıdan çok polis tarafından yazılmış izlenimi verdi) bir fark dışında fark yoksa, yani aynı deliller ve emareler kullanılmış, benzer suçlamalar yöneltilerek aynı sonuçlara ulaşılmışsa mesele yok.
Ama fark varsa, kıyamet kopacak!
Güle güle Vasfiye Abla...
VASFİYE Özkoçak, Türkiye’nin ilk kadın gazeteci neslinin son örneklerinden biriydi.
İstanbul Üniversitesi’nde kurulan ‘Gazetecilik Enstitüsü’nün ilk mezunlarından biriydi. Bunu biliyorum, çünkü o ilk mezun kızlar grubu arasında benim annem de vardı.
50’li yılların başında, bugün bile büyük ölçüde bir ‘alaylı erkek mesleği’ olan gazeteciliğe hem ‘üniversiteli’ hem de kadın olarak atılmak az şey değil.
Onların arkasındaki en büyük destekçinin alaylı gazetecilerin en tescilli alaylısı olan Cevat Fehmi Başkut olması ise, bu meslekte alaylı olmanın illa kötü anlama gelmediğini anlamamıza yardımcı oluyor aslında.
Vasfiye Abla, hem annemin çok yakın arkadaşı hem de mahalle komşumuz olması nedeniyle benim de çok yakınımdı, bir nevi ikinci annem gibiydi, ‘ablam’dı.
Bebekliğimden beri tanıdığım 0ile Sultanahmet’teki İstanbul Adliyesi’nde bir süre rakip gazetelerin rakip muhabirleri olarak çalışmak ise hayatın başıma getirdiği güzel şeylerden biriydi. (Bir başka ‘rakibim’ yine mahalle abimiz Doğan Katırcıoğlu idi...)
Emekli olduğu güne kadar o adliye muhabiri olarak kaldı, gazeteciliği hep o en gerçek seviyede yaptı, ‘Köşe yazarı olayım, millete oturduğum yerden ayar vereyim’ diye veya ‘Masa başında oturayım, gazete yöneticisi olayım’ diye düşünmedi. Bana da, görece çok erken yaşta yazıişlerinde çalışmaya başladım diye hep kızdı.
Vasfiye Abla’yı dün toprağa verdik. Gerçek ve örnek bir gazeteciydi. Nur içinde yatsın.
Paylaş