Paylaş
Üç gün önce cezaevinden çıkmış gibi değil de üç gün önce Genelkurmay Başkanlığı görevinden istifa etmiş gibiydi:
Vakur, huzurlu ve intizamlı...
Evde bir bayram havası var.
Ama öyle dışavurumcu bir bayram havası değil bu.
Coşkuyu fazla belli etmemeye çalışan ama olumlu bir şeylerin döndüğünü düşündüren bir hava...
İlker Başbuğ’un eşi Sevil Başbuğ, iki yılı aşkın bir kâbusun ardından ilk kez mutlu ve umutlu.
Sohbete katılıyor, çay-kahve servisi yapıyor ve sürekli dua ediyor:
“İnşallah diğerleri de kurtulur.”
Başbuğ, Genelkurmay Başkanı iken Balıkesir’de bir konuşma yapmıştı.
Hafif sert bir konuşmaydı bu...
Ben de bu konuşmanın ardından “Genelkurmay Başkanı’nı dinlerken kendimi bir anda hazır ola geçerken, balkona bayrak asarken yakaladım” diye dalga geçen bir yazı yazmıştım.
“Geçmiş olsun” faslının bitmesinin ardından...
Başbuğ, bana döndü ve şöyle dedi:
“Cezaevinden çıktığımda yaptığım konuşmayı sert buldunuz mu? Kendinizi balkona bayrak asarken yakaladınız mı?”
Güldüm.
Cevabım şu oldu:
“Hayır, hayır... Bu sefer korkmadım.”
İntikamcı bir ruh halinde değildi İlker Başbuğ.
Yapılanların hesabının sorulmasını istiyor tabii ki...
Ama şartını da ortaya koyuyor:
“Adil yargılama olmalı, başka türlü olmaz.”
Uzun bir sohbet yaptık Başbuğ ile...
Sohbetimiz bittiğinde “Ne yapacaksınız bundan sonra?” diye sordum.
Cevabı şu oldu:
“İstanbul dışına çıkıp biraz dinleneceğim.”
Dış güçler operasyon mu yaptı?
İlk hedef
İLKER Başbuğ’un “ilk hedefler beyannamesi”ni açıklıyorum.
Şöyle diyor Başbuğ:
“Bana soruyorlar: 7 Şubat olmasaydı böyle neticelenir miydi? 17 Aralık olmasaydı bunlar olur muydu? Bence bu sorular bugün için çok da anlamlı değil... Bugün için önemli olan zulmün bitmesini sağlamaktır. İçerideki masum insanların çıkmasıdır önemli olan... Hepimiz buna odaklanmalıyız. Nasıl oldu, hangi vesileyle oldu, şu olsaydı böyle olur muydu? Bunların şimdilik bir önemi yok. Şimdilik önemli olan zulmün bitmesi.”
EN önemli soruyu sordum İlker Başbuğ’a...
Dedim ki:
“Türk ordusuna bir dış operasyon mu yapıldı? Dış güçler var mı bu işin arkasında?”
Cevabı şu oldu:
“Elimde bir veri olmadan bir suçlama yapamam. Bir bulgu yok, bir veri yok bu konuda. Ancak değerlendirmeler yapılıyor. Birçok şey söyleniyor. 1 Mart Irak tezkeresinin Meclis’te kabul edilmemesinin doğurduğu sorunlardan söz ediliyor mesela... Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, tezkere konusunda olumlu tutum almadığı söyleniyor. Milli Güvenlik Kurulu, tezkerenin Meclis’te görüşülmesinden bir gün önce toplanmıştı, o toplantıdan ‘Tezkere kabul edilsin’ görüşünün çıkmaması doğruydu. Aksi takdirde MGK, Meclis’in iradesine yön vermiş olacaktı, bu olmazdı. Bunu tezkerenin çıkması gerektiğini düşünen biri olarak söylüyorum.”
Şu iki şey mutlaka yapılmalı
İLKER Başbuğ iki konunun üzerinde önemle duruyor.
“Şu iki şey mutlaka yapılmalı” diyerek...Başbuğ’un “yapılmalı” dediği iki şey şu:
- BİR: Türkiye Büyük Millet Meclisi mutlaka yaşanan bu süreci ele almalı... Bu davalardaki yargısal süreç, Meclis’te kurulacak bir komisyonla enine boyuna incelenmeli, araştırılmalı ve soruşturulmalı... Bu konuda neden hâlâ adım atılmıyor, anlamış değilim.
- İKİ: Gölcük’te bulunan ve davalara kaynaklık teşkil eden “5 No’lu CD” konusunda Genelkurmay Başkanlığı kapsamlı ve sonuç alıcı bir araştırma yapmalı. O CD’yi oraya yerleştirenler bulunmalı... Kim ya da kimler yerleştirmiştir o CD’yi... İlk somut bulgu oradan çıkacaktır.
Dizilere vurdum kendimi
Karadayı... Kuzey Güney
İFLAH olmaz bir sinema izleyicisiymiş İlker Başbuğ...
Cezaevinde televizyonda yayınlanan sinema filmlerini hiç kaçırmamış.
Bazı dizileri de merak ve ilgiyle izlemiş.
“Karadayı” mesela...
“Kuzey Güney” mesela...
Kitap yazmak...
Yazarak zenginleşmek...
İlker Başbuğ’un cezaevinde keşfettiklerinden biri de bu...
Yazmaktan söz edilince...
Sevil Başbuğ da söze karışıyor. Ve “Senin her zaman kompozisyonun iyi ve güzeldi İlker” diyor.
Cezaevindeki tehlikeli üçgen
“CEZAEVİNDE günler nasıl geçiyor” bahsi açıldığında...
Şöyle dedim:
“Herhalde gazete okuyarak, televizyonlardaki tartışma programlarını izleyerek geçirmişsinizdir günlerinizi.”
Başbuğ şunu söyledi:
“Cezaevinde insanın iki şeyi koruması şart: Beden sağlığını ve ruh sağlığını.”
Ardından da “tehlikeli üçgen”den söz etti.
Şunları anlattı:
“Cezaevinde tehlikeli bir üçgen vardır: Gazetelerde yayınlanan haberleri okumak, televizyonda tartışma haber programlarını izlemek ve dava dosyasının ayrıntılarına dalmak... Bu tehlikeli bir üçgendir. Yıpratıcı, sinir bozucu bir üçgen... Buna teslim olmamak gerekir. Ben ve arkadaşlarım mümkün olduğunca bu üçgene teslim olmamaya çalıştık. Ruh sağlığımı korumak adına.”
Paylaş