Paylaş
Ormanları da severim elbette ama nispeten bireyci (ve kimilerine göre bencil) bir insan olduğum için bazen ağaçlar yüzünden ormanı göremediğim de olur.
Eski, müdavim okuyucularım bilirler, bazı ağaçları daha çok severim. Deyim yerindeyse onlarla aramda bir aşk ilişkisi olduğunu bile söyleyebilirim.
Rumelihisarı’nda, bir lokantanın ortasında kalan, bir yangında ana dallarından birini de kaybeden bir çınarım var mesela.
Yapraklarını en son o döker, en erken o canlanır.
Uzun yıllar oturduğum evin pencerelerinden ona bakardım. Onunla çok şey paylaştım. Bana hiç ihanet etmedi, hep benim ona bakmamı bekledi, bir yere kımıldamadı.
Ağaçlar asla bırakıp gitmezler sizi. Onları sevdiğiniz sürece orada dururlar, varlıklarını hissettirirler, “ihanet” sözlüklerinde olan bir kelime değildir.
Hayatımın en kötü günlerini yaşadığım zamanlarda, anneannemi, babamı, Ömer’i kaybettiğim günlerde yanımdaydı. Onun bir kolu yanık haline ve yaşama azmine bakarak ben de dayanma gücü kazandım.
Küçük yapraklarının taze yeşilliğine bakınca insanın da içine zorluklarla mücadele gücü gelir. Teslim olmamayı, yaşama bağlanmanın değerini ondan öğrendiğimi bile söyleyebilirim.
Hayatımdaki yeri bir başkadır.
Bahçemdeki minik yabani elma ağacına da bayılırım. Boyu belime ancak geliyor, çiçeklerini açtığı zaman, sabah evden çıkarken ve akşam geri döndüğümde onu görmeden yapamam. Minik pembe çiçeklerini açtığında, yeni yeni makyaj yapmaya heves etmiş bir genç kız gibidir.
İçi içine sığmayan, gözlerinden neşe ve merak fışkıran bir genç kız! Minicik kırmızı yabani elmalarını verdiğinde, bahçeme dadanmış gelinciklerle flört eder, onların da hayatında önemli bir yeri vardır ama bunu hiç kıskanmam.
Kalemaşısı yaptığım ve nasıl olduysa tutturabildiğim bir hudâyinâbit zeytin ağacım da var.
Onu kızım gibi severim mesela. Başına bir şey gelmesin diye titizlenirim.
Bir de “mimoza sensitiva”m var. “Küstüm çiçeği” yani.
Sarışın, kırılgan bir kadın gibidir. Neye küstüğünü, neye kırıldığını anlamak da kolay değildir ama insan tahmin edebiliyor tabii.
Ama hepsinin içinde bir tanesi var ki onun yeri bambaşka.
Bir erkek, birden fazla kadını sevebilir mi? Evet, sevebilir, ama kuşkusuz ki bir tanesinin yeri her zaman daha farklıdır. Bu da onun gibi.
O bir manolya ağacı.
Bebek’teki İnşirah Yokuşu’nun hemen başında, ilkokulun yanındaki köşkün bahçesinde yaşar.
Kışın yapraklarını döken “liliflora” cinsi bir manolya o.
Botanik kitaplarına bakarsanız o kadar büyümemiş olması gerekiyor ama sanırım çiçeklerini ve yapraklarını ilkokul öğrencisi çocukların üzerine döktüğü için ve bu nedenle muhtemelen “ilk aşklara” tanıklık ettiği için gürleşmiş, olağandışına çıkmış bir ağaç.
Sıradan bir ağaç olsaydı zaten âşık olamazdım ki ona.
Lilifloralar, yakın akrabaları “grandiflora” manolyalara benzemezler.
Büyük yeşil yapraklarını hiç dökmeyen grandifloralar, nazlı nazlı çiçek açarlar, insanlara güzelliklerini gıdım gıdım verirler. “Liliflora”lar öyle değildir, her şeylerini bir an önce ortaya sererler. Gönlü geniş ağaçlardır bunlar.
Bu yüzden de çabuk yorulurlar, büyümeye üşenirler adeta.
Baharın geldiğini her şeyden önce o muhteşem çiçeklerin Bebek’teki sevgili ağacımın her yanını basmasıyla anlarım. Çiçekler, yerini taze yeşil yapraklara bırakana kadar da sık sık oradan geçmeye çalışırım.
O yaşlı ağacın değişim hızını yakalamak kolay değildir.
Kanarya Adaları doğumlu İspanyol şarkıcı Rosana’yı bilir misiniz? Sesi sigaradan hafifçe kalınlaşmış kadınları çağrıştırır bana. Belinin arkasında iki tane de gamzesi olduğunu hayal ederim nedense.
Adını hatırlamıyorsanız bile şu şarkısını mutlaka dinlemiş olmalısınız, dinlememiş olanlara da YouTube’da bir “tık” mesafesinde: Şarkının adı El Talisman.
Fıkır fıkır bir Latin şarkısı bu!
“Yo soy la tierra de tus raices – Köklerinin toprağıyım” diyor şarkı.
Aşkı bundan güzel tarif eden belki başka birçok şiir, şarkı sözü vardır ama benim için bu basit sözler sanki evrendeki her şeyi açıklıyor gibi.
İçinde bir kök beslemeyen toprak, toprak mıdır? Ya da tersi: Köklerini bir toprağın içine salmadan, onunla bütünleşmeden hangi ağaç büyüyebilir ki?
Bu açıdan bakıldığında biz insanların ihtiyaç duydukları toprağın aşk olduğunu düşünüyorum. Başlangıçta bizi sadece heyecanlandıran kişiyi içine alarak, büyütüp besleyebilecek bir toprak!
Kök ile toprak birleştikçe, birbirinden ayrılmaları imkânsız hale geldikçe yaşamın derin anlamına da ulaşabiliyoruz.
Bebek’teki manolyam yine açtı.
Gidip görme olanağınız varsa, vakit çok geçmeden gidin, yanınızda sevgiliniz de olsun. Çocuklarınızı da götürebilirsiniz, onlar da bir ağacın nasıl böylesine güzel olabileceğini görürlerse, bunun sadece sevgi ile gerçekleşebileceğini öğrenebilirler.
İçlerinde büyütebilecekleri bir sevginin varlığının, onlara nasıl güzellikler getirebileceğini hissedebilirler.
Gidip görme olanağı olmayanlar için bir fotoğrafını da yayınlıyorum, kıskançlık yapmamın âlemi yok, herkes bu güzelliği görsün, hissetsin istiyorum çünkü.
Köklerimizi aşka salmanın tam zamanıdır, yakında kiraz da çıkar, bir bahar daha yaşayacağız. Sonra daha kaç bahar göreceğiz, kim bilebiliyor?
Kaçırmamanız gereken bir konser
BUGÜN aslına bakarsanız Le Div4s’ın 7 Mart günü İstanbul Zorlu’da vereceği konser ile ilgili olarak yazmak istiyordum, ama benim güzel manolyam çiçek açınca öncelik onun oldu.
İlk kez sahneye Andrea Bocelli ile çıkan 4 güzel genç kadından oluşuyor bu grup.
Dört İtalyan soprano, en çok sevilen opera şarkılarını yenilikçi bir yorumla seslendiriyor.
Mozart, Bellini, Verdi ve Puccini’nin en ünlü ve etkileyici parçaları, bu dört soprano için yeniden düzenleniyor. Repertuvarın ikinci kısmı ise çoksesli sofistike pop ezgileriyle sunulan ünlü İtalyan ve uluslararası şarkılardan oluşuyor.
Dört güzel kadın, dört şahane ses ve kulağınızdan hiç silinmeyen şarkılar! Kaçırdığınıza üzülmeyin diye hatırlatmak istedim.
Paylaş