Paylaş
Açıklık hepimizin dilinde, ve diyoruz ki; "Aç", "Açıkla!” Açık açık görmenin sorumluluğunu taşıyabilir miyiz? Görünen karşısında, görünene rağmen edebimizi koruyabilir miyiz? Ya biz kendimizi açmaya ne kadar hazır ve gönüllüyüz?
Açıklık güven ister, teslimiyettir. Kimin karşısında çıplak kalınırsa hayırlıdır? Bir doktor, ki bize bakıp teşhis koysun, tedavi süreci başlasın… Anne, ki bizi doğuran odur, varsayılır ki bakışında asla kötü niyet yoktur… Sevgili, ki bizi sever, beğenir, yakınlık için aradaki engelleri kaldırmak arzulanır... Gerçek bir ilişki kurmak için, olduğumuz gibi bilinmek, kabul görmek için… Korkularımızdan sıyrılıp, bir adım atarız ve tüm incinebilirliğimizle ortadayızdır artık, açık! Doğrusu cesaret bir yana, açmanın da açtırmanın da açık açık seyretmenin de bir edebi vardır… Yoksa arsızlık olur! Bu 'Adem ile Havva'nın nefs elmasını yemelerinden beri böyle. Çıplaklıkları onları utandırdı ve ayıp gördüklerini örtme ihtiyacı duydular. Örtünmeleri elmayı yemiş olmalarını açık etti!
Daha yeni tanışmıştık zahiren, sohbetin lezzetinden zamanı unutmuştum. Akşam olmuş, acıkmışız. 'Derviş Baba' istersem yemeğe kalabileceğimi söyledi. Sevinçle kabul ettim. Sofraya geçtik. 'Baba' beni yanına oturtmuştu. Çorbalar servis edildi. Afiyetle içtim ve kaşığımı çukur tarafı aşağı gelecek şekilde boş tabağın kenarına iliştirdim. Bu gayri ihtiyari hareketim ilk dersimi almama vesile olacaktı. Derviş Baba usulca kaşığımı çevirdi ve yüzü yukarı gelecek şekilde tekrar tabağın kenarına koydu. Kulağıma eğildi ve gülümseyerek başka kimsenin duyamayacağı şekilde fısıldadı: "Derviş kapamaz, açar evladım!.."
Etkilenmiştim. Bu öğüdü sindirmem çorbayı sindirmemden çok daha fazla zaman alacaktı. Anlaşılan daha açık bir insan olup kendimle yüzleşmem gerekiyordu. Toplumla yüzleşmem gerekiyordu. Fakat o an için en önemlisi şuydu: Bir mürşide öğrenci olabilmek için onun karşısında tüm kusurlarımla, ayıplarımla kendimi açık açık ortaya koymam gerekiyordu ki üzerimde gerekli çalışma yapılabilsin… İtiraf, affedilmen için kusurlarının setr'edilmesi için atman gereken ilk adım! O zaten biliyor!
Hindistan'da ziyaret etmenin nasip olduğu Yahudi asıllı sufî / şair ‘Sermest Kalender’, kimine göre bir cezbe hali sonrasında, kimine göre kendisini rahat bırakmayan 'sözde' taliplerinden kurtulmak için hayatını çırılçıplak sürdürmekteydi. Tevrat, İncil, Kur'an âlimi olmanın yanı sıra kerametleriyle de bilinen Sermest Kalender, anadan üryan gezmesine rağmen hem halkın hem de dönemin saltanat sahiplerinin çekindiği, saygı duyduğu bir veliydi. Ancak durumunun sıradışılığı, bunu bir meydan okuma olarak gören, aslında kendisine haset eden dönemin ulemasından bazılarının ona karşı tavır almalarına sebep olmuştu. Bunlar zalimliğiyle nam salmış Sultan 'Aurangzeb'i (Evrengzib), Sermest Kalender'e karşı kışkırtıyor, durumun kabul edilemez olduğunu ve Sultan'ın otoritesini sarstığını iddia ediyorlardı.
Bir gün Aurangzeb'in yürüyerek Jama Mescid'e cuma namazına gitmesi, yol üstünde, caminin girişinin yakınında, ustası 'Hare Bare Şah'ın dergâhını mesken tutmuş olan Sermest Kalender'le karşılaşmasına vesile olur. Bunu fırsat bilen Sultan herzamanki gibi çıplak oturan Hazret'in yakınındaki battaniyeyi işaret ederek "Ey Sermest, cami yolu üzerinde bu şekilde oturmanla camiye gelenlerin abdestlerinin kaçmasına sebep olmayasın, neden şuradaki örtüyü üzerine örtmüyorsun?" buyurur. Hz.Sermest, "Buyur, örtebiliyorsan sen ört" diye cevaplar. Bunun üzerine yerdeki battaniyeyinin daha ucunu kaldırmasıyla, Sultan bir de bakar ki ne görsün, açılan örtünün altında tüm kanına girdiği insanların henüz kanları kurumamış başsız cesetleri yatmıyor mu! Sermest Kalender sorar: "Karar ver ey Sultan, kendi çıplaklığımı mı yoksa sizin ayıplarınızı mı örteyim?"
Tahmin edebileceğiniz gibi Hz.Sermest Kalender daha sonra şehit olup Hakk'a yürüyene değin çıplak yaşamına devam eder…
Diyeceğim o ki, her şey yerli yerince güzel! Umalım ki açmaya heveslendiğimiz 'Pandora'nın kutusu' değil de 'gönlümüz' olsun vesselam…
Paylaş