Güncelleme Tarihi:
Spike Jonze’un son çalışması ‘Her’, sinemalarımıza ‘Aşk’ Türkçe çevrimiyle uğradığı için olgunun kendisine ilişkin düşeceğimiz tüm notlar sanki filmi kastediyormuşuz gibi bir anlam karmaşasına neden olacak. Ama her koşulda kuracağımız cümle, metaforik anlamından öte somutta da Jonze’un yapıtının bir yerine ister istemez ilişecek. Mesela “Bazen ‘Aşk’ın kendisi değil de hayalidir insanı ayakta tutan…” desem, bu filme ilişkin bir eleştiri yazısına girişin de ifadesi olacak…
Jonze’un filmindeki ana karakter olan Theodore Twombly, tam da hayalini kurduğu bir aşkı, adeta hayal dünyasının içinden buluyor, bulmak zorunda kalıyor.
Eşinden bir yıl kadar önce ayrılan Los Angeles’lı kahramanımız, başkaları için duygusal ve kişisel mektuplar yazarak hayatını kazanıyor. Bir tür ‘Cyrano de Bergerac’lık yapan Theodore, kendi hayatında paylaşmak zorunda kaldığı ‘Yalnızlığı’ atlatmak için çeşitli hamlelere soyunuyor. Lakin arkadaşlarının ona ayarladığı randevularda yeni aşklara yelken açma çabası da genellikle kâr etmiyor. Nihayetinde dünyanın ilk yapay zekâsına sahip işletim sisteminin ürünü (orijinal adıyla ‘SO-1’), bir anlamda ona aradığı tutkuyu sunuyor. ‘Samantha’ adlı bu yazılım, önce Theodore’un sanal âlemdeki işlerini hallediyor (mail’lerini düzenliyor, cevaplıyor, ona bildiriyor), sonra da gerçek âlemdeki en yakın yoldaşı oluyor, hatta daha da ileriye taşınıyor bu ilişki, sevgilisi oluyor…
Philip Kaufman’ın yazdığı senaryolardan yola çıkarak çektiği ‘Being John Malkovich’ ve ‘Adaptation’ gibi çalışmalarıyla tanınan Jonze, ilk kez senaryosunu kendisinin kaleme aldığı ‘Aşk’ta (‘Her’) öyküsünü yakın bir geleceğe taşırken aslında ana karakterini şimdiki zamanın meseleleriyle (mesela yalnızlığa bağlı melankoli) dolu bir denizin içine atıyor. Theodore, kıyıya çıkmak için nihayetinde tutunacağı bir dal bulsa da yüzeyde kalabilmek için daha çok çabalaması gerektiğini çok geçmeden anlıyor. ‘Aşk’, Arthur C. Clark, Isaac Asimov ya da Philip K. Dick’e ait bir öyküye sahipmiş gibi de duruyor. Samantha’nın bir beden araması, uzaktan uzağa ‘Artificial Intelligence’taki minik David’in varoluşsal problemleriyle bile buluşturuyor bizleri.
‘Sesime gel…’
Thodore’da tıpkı ‘Walk the Line’ ya da ‘The Master’da olduğu gibi yine çizgiüstü bir performans sergileyen (bu kez Tom Selleck’vari bıyıklarıyla karşımızda) Joaquin Phoenix’in yanı sıra Amy Adams, Rooney Mara ve kısacık rolünde harikalar yaratan (bir ‘Kaplan’ taklidi var ki) Olivia Wilde döktürüyorlar. Scarlett Johansson da meseleye ‘ses’iyle dahil oluyor…
Jonze, ana karakterinin haletiruhiyesini çok etkileyici bir atmosfer yaratarak yansıtıyor. Keza görüntü yönetimi ve müzik kullanımı da çok çok başarılı…
Yabancı bir eleştirmen, “Jonze, eşi Sofia Coppola’dan ayrılmasının etkisiyle böyle bir film yapmış olabilir mi” diye sormuş. Onu bilemem ama bildiğim bir şey var ‘Aşk’, temel olarak bizi, “Gelecekte böyle ilişkiler kurabiliriz ama böyle bir ilişkinin geleceği olabilir mi?” sorusuyla baş başa bırakıyor.
‘RoboCop’:
‘Gezi’de ‘Çapulcu’ların yanında olurdu!
İlişkinin ‘mekaniği’ sizi kesmiyorsa (‘Her’ü kastediyorum elbette), aksiyonuna ne dersiniz? Hem de sırtını garanti bir ‘Seri’ye yaslamışından… Hollanda’dan yola çıkıp Hollywood’da kalburüstü bilimkurgulara imza atan Paul Verhoeven, ‘RoboCop’ serisinde de ilk hamlenin sahibiydi. Bir çetenin saldırısına uğrayan polis memuru Alex Murphy’nin bedeni, bir robotla birleştirilerek hayata döndürülüyor ve ortaya iyilerin safında yer alan ilginç bir karışım çıkıyordu: ‘RoboCop’.
Seri yer yer kapitalizm eleştirisine soyunuyor, bu bir nevi arkadan gelen ses ‘RoboCop’un sinemaseverin gönlündeki yerine biraz daha sağlamlaştırıyordu.
Hollywood 27 yıl sonra aynı karaktere el atarken projeyi de ‘Özel Tim’ serisiyle tanınan Brezilyalı yönetmen Jose Padilha’ya teslim etmiş. Dışarıda eleştirmenlerce fazlaca hırpalanan bu ‘Yeni neslin seçimi’ni doğrusu çok da fena bulmadım. Başroldeki İsveç kökenli Joel Kinnaman yeterince karizmatik bir ‘RoboCop’ olmuş, yan karakterlerde Gary Oldman, Michael Keaton, Jackie Earle Haley ve Abbie Cornish de gayet iyiler.
Aksiyon fena değil, düşük dozajda sistem ve yandaş medya eleştirisi de var; sonuçta ‘Türünün hayranlarına’ klişesini hak ediyor. Devamının geleceği ise garanti gibi…
‘Sadece Âşıklar Hayatta Kalır’:
Adem’le Havva’dan kalan…
Amerikan bağımsızlarının öncü isimlerinden Jim Jarmusch, son dönemde yaşı iyice küçültülen ve ‘Teenage’ kategorisinde ele alınan ‘Vampir külliyatı’na kendince bir bakış atıyor. Yönetmenin son filmi ‘Sadece Âşıklar Hayatta Kalır’ (Only Lovers Left Alive), müzikten edebiyata sanatın geçmiş ve derin koridorlarında seyircisini ilginç bir yolculuğa çıkarırken ait olduğu türün en kayda değer yapımlarından biri olarak dikkat çekiyor. Biz fanilerin şu dünyadaki gelip geçiciliğinin yanında asıl sahiplerin vampirler olduğunu zaten biliyorduk. Jarmusch ‘Sadece Âşıklar Ayakta Kalır’da bu ‘temel bilgiler’e insanlığın ortak değerleri olarak kabul ettiğimiz onca romanın, onca bestenin gerçek yaratıcılarının kimler olduğunu da ekliyor. Keza ana karakterlerin isimlerinin Adam ve Eve olması da, meseleyi yeterince özetliyor.
İki İngiliz oyuncunun, Tom Hiddleston ve (‘androjenik’ çekiciliğiyle) Tilda Swinton’ın enfes performanslar sergilediği yapımda John Hurt, Anton Yelchin ve Mia Wasikowska da alt perdeden etkiyici dokunuşlar sunuyor. Haftanın en iyi filmi, kesinlikle kaçırmayın…
‘bi küçük Eylül meselesi’:
Bir gün ‘Tek’ başına…
Her ne kadar Yeşilçam aşktan yola çıkarak hüznün, gözyaşının, acının filmlerini yapmış ve kitlelerle bağını bu şekilde kurmuş olsa da ‘Modern zamanlar’daki uzantılarında benzer bir başarıyı elde edemediğini görüyoruz. Çağan Irmak’ın bize mendillerimizi hemen çıkartacak türden yapıtlarının (‘Aşk’la ilgili olanları ra dahil) dışında son dönemde atılan adımlarda ya bir samimiyetsizlik ya meselenin üstesinden gelememe hali ya da kolaya kaçma çabaları görüyoruz. ‘Ezel’in senaristlerinden biri olarak tanınan Kerem Deren, ilk yönetmenlik çalışması olan ‘bi küçük Eylül meselesi’nde, belki uzaktan uzağa Yeşilçam’ın söz konusu gelenekleriyle bir bağ kuruyor ama kâğıt üzerindeki asıl akrabalığı ‘Love Story’yle.
Sınıfsal çatışmanın yanında hayattaki duruşlarla da ilgilenen film, delişmen burjuva kızı Eylül’ün, bir adada hayat şaşkını bir Tek’le yaşadığı birkaç güzel günün tortuları arasında geziniyor. Kapanan bir parantez etrafında biçimlenen öykü, tadına varılmadan hızlıca yaşanan her bir şeye vurgu yapıyor öz itibariyle.
Dünya bana pervane
Doğrusu ben bu filmde ‘Carax’ın ‘Köprü üstü Âşıkları’nın tadını da buldum. Toparlarsak Deren, bence son dönemlerde ‘Yerli’ cepheden ‘Aşk’ bağlamındaki önümüze gelen tüm filmler içinde en iyisine imza atmış. Böyle bir meselenin üstesinden, eli yüzü düzgün bir şekilde ‘İlk film’de gelebilmek bile takdire şayan. Oyunculuklar açısından Engin Akyürek de başarılı ama asıl ışıltılı performans Farah Zeynep Abdullah’tan geliyor. Bütün dünyanın kendi etrafında döndüğünü sanan Eylül’ün şizofrenik kişiliğini çok iyi yansıtmış bence.
Son olarak umarım Deren, sonraki çalışmalarında sadece bireysel değil toplumsal hafıza kayıplarını da perdeye taşır. Başta ‘12 Eylül’ olmak üzere!..
Sine-Anket
Hüseyin Karabey (Yönetmen)
Hayatında izlediğin ilk film: Muhtemelen Cüneyt Arkın’ın başrolünde oynadığı ‘Kara Murat’ serisinden bir film olsa gerek. Ya da Wang Yu’lu bir karete filmi.
Son film: Berlin’de ana yarışmada yer alan ‘71’ adlı İngiliz filmi.
Hayatının filmi: ‘Yol.’
Hayatın filme çekilseydi seni kimin canlandırmasını isterdin? Titiz bir çalışmayla bulunmuş ‘Noname’ bir oyuncunun canlandırmasını isterdim.
Sinema tarihinden, filmlerinde rol almasını istediğinin oyuncu kim olurdu? Robert De Niro…