Paylaş
Bunlardan birinde önceki akşam yayınlanan bir telefon kaydında, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Habertürk Yönetim Kurulu üyesi Mehmet Fatih Saraç ile konuşuyor.
CHP Milletvekili Atilla Kart’ın iddiasına göre Saraç’ın yönetim kurulu üyesi olmasının nedeni Başbakan Erdoğan’ın böyle olmasını istemesi.
O sırada Başbakan Fas’ta ve Gezi olayları yeni başlamış, televizyon kanalı da MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, Cumhurbaşkanı’nı göreve çağırması ile ilgili bir son dakika haberini altyazı olarak veriyor.
Başbakan Saraç’a o haberin yayından kaldırılmasını söylüyor, Saraç emir veriyor ve haber yayından kaldırılıyor.
Sabah gazetesinde de neredeyse her gün yeni bir dinleme kaydı yayımlanıyor. Bu kayıtlar bazen Fethullah Gülen’e, bazen de cemaatin kamu kuruluşlarındaki değişik “imamlarına” ait oluyor.
O konuşmalarda da talimatlar gidiyor, emirler veriliyor, işler bağlanıyor.
Ortaya çıkıyor ki iki taraf da birbirini uzun süredir dinliyor ve günün birinde böyle kaçınılmaz bir savaş baş gösterirse kullanmak için bir kenarda biriktiriyormuş!
Nasıl bir ülkede yaşamakta olduğumuzu böylece bir kez daha görüyoruz.
Bir tarafta hükümet var, elindeki gücü kullanarak kendisine tehdit oluşturabileceğini düşündüğü insanları dinliyor, kaydediyor, kayıtları saklıyor.
Bir suç varsa o sırada harekete geçmiyor, kendince “manidar” bir zamanlama bekliyor.
Diğer tarafta hükümetin göz yummasıyla devlet içinde yuvalanmış bir cemaat organizasyonu var. Onlar da devletin olanaklarından yararlanıyorlar, kendilerince tehdit olarak belirledikleri kişileri dinliyorlar, kaydediyorlar, zamanı gelince kullanmak üzere saklıyorlar.
Kim bilir daha başka kimler dinlendi, kayıt altına alındı ve zamanını bekliyor!
Yapılan iş anayasa ile güvence altına alınmış kişilik haklarımıza saldırıdan başka bir şey değildir.
Ve bunu yapanlardan biri hükümet, diğeri hükümetin göz yummasıyla devlet içinde yuvalanmış cemaat!
Al birini, vur diğerine!
Normal medeni bir ülkede yaşıyor olsaydık, bunların yüzde birinin ortaya çıkması bile o hükümetin istifa etmesini gerektirirdi, ama bizim beylerdeki pişkinlik maşallah dünya yüzünde kimselerde yok!
Bir de ortaya çıkıp ağlak yüzlerle mağdur rolü oynamıyorlar mı?
Villaya dokunmaya kalkan yanar!
TELEFON kayıtlarından anlaşılıyor ki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın İzmir’in Urla ilçesinde, birinci derecede sit alanına yapılmış iki villası var.
Villaları Başbakan’ın yakın arkadaşlarından Latif Topbaş yaptırıyor.
Zaten telefon kayıtlarında ikisi de birbirine “ağabey” diye hitap ediyorlar ki yakınlıklarının derecesini anlayın.
Villalar ile ilgili olarak iki kez yıkım kararı da alınmış.
İlk kararın tarihi Eylül 2010, ikinci kararın tarihi ise Eylül 2012.
Ama villalara dokunan olmamış tabii, inşaatlar olanca hızıyla sürüyor.
Hatta telefon konuşmalarından birinde Topbaş ile Başbakan, alafranga tuvaletlere konulacak taharet musluklarının cinsi konusunda görüş alışverişi de yapıyorlar.
İkinci yıkım kararının ardından İzmir İl Özel İdaresi, yıkımların gerçekleştirilmesi için Urla Kaymakamlığı’nın emrine 80 bin lira ödenek de göndermiş. Bunu da Gökmen Ulu’nun, Sözcü’deki haberinden öğreniyoruz.
İl Özel İdaresi, valiye bağlı, biliyorsunuz. Bunun üzerine Latif Topbaş, Başbakan’ı arıyor.
Topbaş, telefon konuşmasında İzmir Valisi’ne bir “ayar verilmesini” istiyor.
Telefon konuşmasının üzerinden dört ay geçince İzmir Valisi’ne bavulları toplayıp İzmir’i terk etmek düşüyor, görevden alınıyor.
Sıradan vatandaşların kafasına yıkılacak binalar hâlâ ayakta, belli ki yeni gelen valinin kulağı çekiliyor, “Karıştırma bu işleri” deniliyor.
Ve bu rezaletin ortaya çıkarılması, Başbakan tarafından “Hükümete darbe girişimi” diye sunuluyor!
Para hesabını bilmem, ahlaki bir mesele de var
ESKİ Ulaştırma Bakanı ve Sabah–ATV satışının havuz mimarı Binali Yıldırım, “Benim veremeyecek hesabım yok” dedi.
O zaman şu havuz işinden başlayabiliriz bence.
Madem verilemeyecek hesap yok, TBMM’de çoğunlukları da var, hemen bir soruşturma komisyonu kurulmasına önderlik etsin ve adil bir soruşturma yapılabilsin.
Bir işadamı, para kazanamayacağını bildiği ve hatta kendisine asla yönetim hakkı verilmeyecek bir işletmeyi neden alsın?
Sorumuz bu!
Hepsi Yıldırım’ın bakanlığından yüklü ihaleler almış işadamları, “Hadi bakalım pamuk eller cebe, havuza para koyacaksınız, Başbakan’ın yöneteceği gazeteyi satın alacaksınız” denildiğinde, 100’er, 50’şer milyon dolarları nasıl verebildiler?
Bazısının nakit durumu müsait değildi, onlara kamu bankalarından krediler açıldı. Yani hem bu anaparayı ödeyecekler, bir de üstüne faiz yüküne girecekler.
Müdebbir bir tüccar böyle davranır mı?
Yargıtay, Balyoz davası ile ilgili kararı onarken bir de içtihat koydu: Hayatın normal akışına uygunluk!
Bu yapılan “hayatın normal akışına” uyuyor mu?
Olay başından beri çok açık: O müteahhitlere bazı ihaleler verildi, bunun karşılığında havuza para koymaları istendi.
Müteahhitler parayı biraz sızlanarak da olsa, “milletin anasını bellemekten” de söz ederek, “Binali bey bakan kalırsa yaşadık” diyerek verdiler.
O paraları koyan müteahhitlerden kaçı, “Satın aldığımız şey neymiş bakalım” diye Sabah–ATV binasına gitti, kaçı hesapları inceledi, kaçı kâr edebilmek için alınması gereken tedbirleri planladı?
Müteahhitler parayı bir tek şartla ve zorla verdiler. Vermeselerdi benzer ihaleleri artık alamazlardı, devam ettikleri işlerde istihkaklarda vs. sorunlarla karşılaşırlardı.
Bu normal bir şey midir, bu pazarlığın ihaleleri veren bakan ile yapılması ahlaki midir?
Paylaş