Paylaş
Bunlardan birinde Başbakan, Latif Topbaş isimli işadamıyla görüşüyor. Topbaş’ın ikinci soruşturma sırasında savcılık emrini dinlemeyen polis tarafından gözaltına alınmadığını da hatırlatayım.
Özel orman arazilerindeki yapılaşmanın 100 dönümde 6 dönümlük tek parsel üzerinde yapılabileceğine ilişkin Yargıtay kararı üzerine konuşuluyor.
Topbaş, Başbakan’a bunu düzeltmek için kanun çıkıp çıkmayacağını soruyor.
Şöyle diyor: “Abi bu şey çıkacak mı yav, 6, yüzde 6 meselesi diyordunuz. İhtimali var mı onun?”
Başbakan yanıtlıyor: “Tabii, tabii!”
Savcılığın soruşturma dosyasındaki bir başka konuşma SİMPAŞ’ın patronu ile KİPTAŞ’ın genel müdürü arasında, aynı konuyla ilgili.
Patron, bunun için bir kanun çıkıp çıkmayacağını soruyor, belediyenin KİPTAŞ şirketinin genel müdürü yanıtlıyor:
“Kanun çıkarıyoruz abi kanun. Bu torba yasasına giriyor, Tayyip Bey ile görüştük bu konuyu uzun uzadıya. Kanun olayından sonra işler daha kolaylaşacak.”
Patron bunun üzerine şöyle diyor: “Böyle bir yer var, alayım mı?”
Genel müdür yanıtlıyor: “Şerefle alabilirsin abi.”
Patron emin olmak istiyor: “Yani sonucu kesin gözüküyor mu? Eğer o şekildeyse yaramaz. Mevcut hali ile işime yaramaz.”
Genel müdür rahatlatıyor: “Pazarlığını yap, birkaç ay sabrederek yap. Alıp almamakta serbestlik gibi bir şey ile al adamdan. O kanun bir-iki ayda çıkacak. O zaman rahatlarız. Öbür türlü yine şeyden izin çıkacak, yani kanun çıktıktan sonra olsa olmasa bana göre değil, yani bakanlık vermese vermeyebilir yani.”
Ve bunun üzerine Beykoz’da özel orman arazisinden 500 dönümlük bir alan için görüşmeler ilerliyor.
İlk bakışta bir suç yok gibi görünüyor.
İki işadamı, birisi Başbakan olan iki yetkili ile konuşup, gelecekteki yatırımları için bir işaret arıyorlar.
Suç mudur? Bunu mahkeme bilir.
Ahlaki midir? Hayır değildir, bunun için mahkeme kararı gerekmez.
Çünkü bu bilgi o 500 dönümlük arazinin sahibinde olsa pazarlık başka türlü gelişebilir.
Böyle bir bilgiye sahipseniz her zaman elinizde floş royal vardır, oyunu istediğiniz gibi oynayabilirsiniz.
Bir siyasetçi, bir işadamına böyle bir bilgiyi önceden vererek avantaj sağlıyorsa, bunun bir karşılığını da mutlaka bekler.
Rüşvet olarak beklediğini iddia edecek değilim.
Ama bizim gibi demokrasisi ve hukuk düzeni az gelişmiş bir ülkede siyaset bu yollarla finanse edilir.
Seçim zamanı birisi o işadamını arar ve borcunu hatırlatır: “Şu mahallede kömür dağıtacağız, şu kadar tutuyor, onu öde”. Ya da “bayrak yaptırdık, afiş bastırdık, parasını öde”. Ya da “şu vakfa şu kadar bağışla, o parayla yapılacak bir proje var”.
Elbette bu işlerde aracılık edenlerin “komisyonlarını” nakit olarak alacaklarını tahmin etmek de zor değil. O komisyonların sonra hangi silsile içinde paylaşılacağını da bilemeyiz.
Medeni bir memlekette böyle bir rezilliğin ortaya dökülmesinin bir tek sonucu olur: Bunu yapan siyasetçi, istifa etmek zorunda kalır.
Hatırlayın, Almanya’da bir işadamından düşük faizli kredi aldığı ortaya çıkan cumhurbaşkanı istifa etmek zorunda kaldı.
Bizde tam tersi oluyor, bu rezilliğin üzerini örtmek “dik durmak” diye sunuluyor.
Çarklar böyle döner
BİRAZ saf olabilirim ama şuna inanırım: Kimse siyasete öncelikle cebini doldurmak için girmez.
Başlangıçta hep yüksek bir siyasal ideal vardır. Fikirlerini hayata geçirmek, memlekete hizmet etmek, dertlerini kendi derdin gibi benimsediğin insanlara yardımcı olmak gibi yüksek idealler.
Ama sonra hep orada kalma çabası hele bir de iktidarın tadına varıldıysa hiç bitmez.
Öncelik iktidarda kalmaktır, çünkü senin gibi şahane fikirleri olan bir insanın öyle olması gerekir diye düşünürsün.
Bizim gibi ülkelerde, bir alanı imara açmanın, bir maden arama ruhsatı vermenin, bir fabrika kurma izninin verilmesi genellikle “keyfi”dir. Bunları hızla alabilmek için “çarkları yağlamak” gerekir, rüşvet öncelikle bundan doğar.
Devlet, bizim gibi ülkelerde ekonominin en büyük oyuncusudur. Büyük ihaleler, altyapı yatırımları, kitlesel satın almalar, zenginliğin kime aktarılacağı kararının siyasetçilere kalması sonucunu yaratır.
Şöyle bir pazarlık, kuşkunuz olmasın ki her büyük işadamının başından geçmiştir:
Bu ihaleye şunlar girecek, şu kadardan yüksek kırmak yok. İhaleyi alan aradaki farkın yüzde onunu ihaleye girenlere dağıtacak. Onlar da aldıklarının yarısını şu vakfa verecekler.
Sonra ihaleyi alana sıra gelir, o da ödemesi lazım gelen miktarı kendisine işaret edilen yere öder. Bu “yardım” da olabilir, “bir medya kuruluşunu satın almak şartı” da, kara günler için bir kenara atılması lazım geldiği düşünülen nakit de!
Ya da bir alanın imara açılması, imara açılmış bir alanın inşaat alanının büyütülmesi gibi meselelerde aynı şey yaşanır. “Orayı imara açarım. Sen bundan şu kadar kazanırsın, onun yüzde bu kadarını şuraya ver” gibi bir durum.
Nitekim Başbakan’ın oğlunun vakfına 20 milyon değerinde bir arsanın bağışlanmasının ardında, Bakırköy’de bir başka arazinin imar durumunun değiştirilmesinin yattığı ortaya çıktı.
Başbakan diyor ki “Oğlum vakıf kurdu, parayı cebine atmıyor, hayır işlerinde kullanılıyor, işadamı da bağış yapmış.”
Evet, olabilir, cebine para atmıyordur, inanabilirim.
Sormak gerekir: O işadamı hep böyle büyük bağışlarda bulunmuş mu?
O vakfı kendi isteğiyle mi seçmiş? Niye bu vakfa vermiş de, şu vakfa vermemiş?
O vakfın yöneticileri kimler? Maaş alıyorlar mı, gönüllü mü çalışıyorlar? Vakıf araçlarından yararlanıyorlar mı? Vakfın faaliyetlerinin, siyasal faaliyetler ile kesiştiği oluyor mu?
Ve son soru: Böyle bir pazarlıkla yapılan bağışı kabul etmek de, o bağışı yapmak da ahlaki midir?
Benim fikrim bu konuda çok açık: Hayır, ahlaki değildir!
Medeni ülkelerde böyle işlere bulaşan siyasetçiler istifa ederler!
Paylaş