Paylaş
SAĞLIĞIMIZI korumanın yolu her şeyden önce “bilgi edinmek” ve “destek almaktan” geçiyor ama doğru kişiler ve bilgilere ulaşabilmek de mühim bir nokta. Bunun için de güvenilir uzmanlara ihtiyacımız var.
ELİNİ SALLASAN
Duayen gazeteci Aykut Işıklar’ın da gazetesindeki köşesinde işaret ettiği gibi “Kolunu sallasan koça çarpıyor!” gibi bir durum var. Yüzlerce koç bize yön vermeye çalışıyor! Bunların kimi uyku, nefes, egzersiz, pilates, diyet/zayıflama, kimi stres, estetik/güzellik koçu olduğunu söylüyor. İçlerinde kendisine “rüya koçu, depresyon koçu, beyin-beden ilişkisi koçu, refleksoloji koçu” unvanını yakıştıranlar da var. Koçlarımızın diploma ya da uzmanlıklarını nereden ve nasıl aldıkları ise genelde tam bir muamma. Koç olana kadar hangi eğitimden geçerler, nerede ve hangi standartlarla hizmet verirler ve bu hizmetleri nasıl denetlenir bilinmiyor. Problemi sadece çakma koçlarla da sınırlı değil. Sağlıkla uzaktan yakından hiçbir ilgisi bulunmayan alanlarda eğitim aldıkları halde televizyon televizyon, gazete gazete gezip otla, çöple, taşla, toprakla sağlık sorunlarımızı hepatite lavanta, prostata karnabahar, depresyona turp kürleri düzenleyerek çözmeye çalışanlar da var.
İNTEGRATİF TIP AMA...
Hastalıkları önleme veya bazı sağlık sorunlarını çözmede tamamlayıcı ve/veya geleneksel tıp yöntemlerinden de destek alınabileceğine yürekten inanan bir hekimim. Yaklaşık yirmi yıldır bu fikri ısrarla savunduğum için de bazı meslektaşlarım tarafından sık sık eleştirildim. Ama düşüncem değişmedi: Tıbbın geleceğinin “bütünleyici/integratif” bir yaklaşımda olduğunu düşünüyorum. Bu yaklaşım tamamlayıcı/geleneksel tıpla modern tıbbı birlikte kullanmayı içerir. Ama bu yaklaşımın hiçbir zaman bilimsel tıbbın şemsiyesinin dışına taşmaması, taşırılmaması da zorunludur. Eğer bu konuda başarılı olabileceksek işe önce kendilerine “tamamlayıcı/geleneksel tıp uygulamaları alanında uzmanlık” unvanı verenleri ciddi bir şekilde denetlemekle başlamalıyız. Bunu yaparken de hangi işlemlerin doktorlar, hangilerinin eğitimli diğer sağlık çalışanları tarafından yapılabileceğini belirlememiz lazım. Eğer bu konular bir an önce çözüme kavuşturulmazsa “tamamlayıcı/geleneksel tıp” kirlenmeye devam edecek ve bu alanda her gün yeni birkaç şarlatan piyasaya arz endam edecek...
YAŞLANDIKÇA KÜÇÜLÜRÜZ
YAŞLANDIKÇA bedenimiz –beden kütlemiz- küçülür. Ama iyi haber şu: Yaşlandıkça ruhumuz kesinlikle büyüyor! Edinilen tecrübe ve kazanılan manevi zenginlikler, alınan olumlu ya da olumsuz dersler biz yaşlandıkça ruhumuzu zenginleştirip büyütüyor. Bedenin küçülme nedenine gelince... Yaşlanmanın biraz da “vücut bileşenlerini kaybetmek” olduğu kesindir. Yaşlandıkça en çok da kas ve kemik dokumuzdan kaybederiz. Kemik dokusundaki kaybı “kemik yoğunluğunun azalması/kemiğin ana bileşenlerini kaybedip içinin boşalması/osteoporoz süreci” olarak tanımlıyoruz. Kas kütlesi azalmasınaysa tıbbi terminolojide “sarkopeni” adını veriyoruz. Kas kütlesindeki kayıp/küçülme kemiktekinden daha belirgin oluyor. Kas kütlesi azaldıkça kas gücümüz ve egzersiz kapasitemiz düşüyor, bu da yağlanmaya sebep oluyor.
YAVAŞLATABİLİRİZ
40’lı yaşlardan sonra herkes yılda ortalama 100-150 gram kas kaybediyor ki bu 20-30 yıllık bir süreç dikkate alındığında yaklaşım 3-4 yıllık bir kayıp anlamına gelir. Özetle yaşlanmanın ruhsal olarak büyümek ama bedensel olarak küçülmek anlamına da geldiğini bilelim. İyi haber şu: Egzersiz gerek kemik, gerek kas kaybını yavaşlatmada adeta bir ilaç görevi üstleniyor. Düzenli hale geldiğinde özellikle aerobik ve direnç egzersizleri belli bir plan içinde yürütülebildiği takdirde kemik ve kas kayıpları minimuma indirilebiliyor. Kısacası yaşlandıkça küçülmek önlenemese de, yavaşlatılabiliyor.
HİPOGLİSEMİ EN ÇOK BEYNİ YORAR
BEYNİMİZİN temel enerji ihtiyacını kanımızdaki şeker karşılar. Vücut ağırlığımızın yaklaşık yüzde 2’sini oluştursa da şekerle sağlanan enerjinin en az yüzde 20’sini beynimiz kullanır. Bu nedenle kandaki şeker azalmalarına (hipoglisemi) en hassas organımız beynimizdir. Kan şekerimiz düştüğünde ihtiyacı kadar glikoz temin edemeyen beyin adeta aptallaşır. Bu arada da yeterli irade gücünü uygulayacak yeteneklerinden de mahrum kalır. Bu durumun en belirgin sonuçları kan şekeri düşünce yaşadığımız uyku hali, bitkinlik, yorgunluk durumu ve “tatlı krizleri ve/veya yeme atakları”dır. Hipoglisemi diyet yapanların da sık karşılaştıkları problemlerdendir. Eğer diyetler doğru planlanıp kişiye özel hazırlanmazsa diyetin ilk günlerinde ciddi hipoglisemi atakları kaçınılmazdır.
İNSÜLİN DİRENCİ ÖMRÜ KISALTABİLİR
İGF-1 yaşlılık bilimiyle ilgilenen hekimler ve hücre biyolojisine ilgi duyanların çok önem verdiği bir biyolojik değerdir. Kanda İGF-1 düzeylerinin azalması büyüme hormonunun da azalması anlamına geldiğinden yaşlılığı hızlandıran bir faktör gibi de tanımlanmıştır. Tersine aşırı yüksek İGF-1 düzeylerinin ise hücre bölünmesini tahrik edebileceği, bu nedenle de kanserle ilişkili süreçleri tetikleyebileceği düşünülmüştür. İnsülin ile İGF-1 arasındaki ilişki de önemlidir. İnsülinin artması İGF-1’i arttırmakta, yükselen İGF-1 seviyeleri ise tümör oluşumunu tetiklemektedir. Meme kanserine yakalanan kadınların çoğunda insülin ve İGF-1 düzeyleri yüksektir. Bunların önemli bir kısmı ise insülin direnci ve kilo sorunu olan kadınlardır. Konu henüz araştırılmaya açık ama sanki şu nokta kesin gibidir: Kilo sorunu özellikle insülin direnci ile ilişkili olduğunda “insülin-İGF-1 geçidi”ni aktifleştirmekte, tümör oluşumuna zemin hazırlayarak ömrü kısaltmaktadır. Orta yaşlar sonrasında daha az kalori tüketmenin, özellikle daha az şekerli yiyecekler yiyip içmenin ömür uzatıcı etkisi bir ölçüde bu ilişkiyle de bağlantılı olabilir.
EGZERSİZ BUNAMAYI ÖNLEYEBİLİR Mİ?
YAŞLILIKLA ilgili bazı sorunları önlemede egzersizin mükemmel bir ilaç gibi çalıştığını unutmayın. Yaşlılıkta ortaya çıkabilecek denge ve bellek sorunları bile egzersizden özellikle etkileniyor. Orta yaşlardan sonra düzenli egzersiz alışkanlığı edinenlerde yaşlılığa bağlı denge sorunları, düşme ve benzeri problemlere daha az rastlanıyor. Bedensel egzersiz zihinsel egzersiz anlamına da geldiğinden egzersiz yapanlarda bellek de gücünü korumaya devam ediyor. Tabiî ki egzersiz-beyin ilişkisi söz konusu olunca egzersizin “antidepresan/depresyonu engelleyici, hatta tedavi edici”, antistres, yani stresi engelleyici ve dengeleyici ve kişiye kendini daha iyi hissettirme, mutluluk ve huzur verme gibi özelliklerini de hatırlamakta fayda var.
Paylaş