Paylaş
Ben şahsen hiç karşılaşmadım ama Diyarbakır Valiliği döneminde hakkında çok olumlu şeyler yazıldığını, kamuoyunda iyi izler bırakan icraatları olduğunu hatırlıyorum.
Başbakanlık Müsteşarlığı da bürokraside bir insanın gelebileceği en önemli mevkilerden biridir, o görevdeyken de hakkında çok olumsuz şeyler yazıldığını hatırlamıyorum.
Ama bakan olup da “tek seçicinin marifetiyle” siyasete adım attığından beri verdiği demeçlere bakıyorum ve şaşırıyorum: Acaba bize daha önce tanıtılan Efkan Ala ile İçişleri Bakanlığı’na atanan Efkan Ala gerçekten aynı kişi midir?
Bir çetenin, güney illerimizden birinde siyasi parti yöneticilerinden tutun, valiye, emniyet müdürüne, yargıçlara, savcılara kadar herkesi dinlediğini söylüyor mesela.
Bu olayı bakanlığa geldiği gün mü öğrenmiş?
Yoksa daha önceden haberi vardı da “Bana ne, başkası baksın bu işlere” mi diyordu?
Ve neden elindeki bu bilgiyi savcıya verip, soruşturmayı başlatmıyor?
TRT’deki konuşmasında yolsuzluk soruşturmasının maliyetinin 104 milyar dolar olduğunu söylüyor.
“Şimdi ben bir şey soruyorum, doları kim aldı? Bir şey söylüyorsam sadece şüpheyle değil. Bu tezgâhın kazançlıları kimlerdir? Bu nasıl bir ihanettir. Nasıl bir yanlışlıktır. Tabi devlet ciddiyeti, bildiğinizi söylersiniz, sonra da bunu tevsik edersiniz. Sonra bunlar ortaya çıkacaktır. Kim bu bilgileri sızdırıyor, kim ne alıyor” diyor.
104 milyar doları nasıl hesaplamış merak ettim. Yıllık cari açığı 65 milyar dolar olan bir ülkede yaşıyoruz.
Bu arada 104 milyar dolarımızı birileri cebine indirdiyse sanırım “Bütün sermayeyi de kediye yükledik” desek yeridir.
Battık da battığımızın farkında mı değiliz yoksa?
Ala’ya kendi sözünü bir kez daha hatırlatayım: “Tabi devlet ciddiyeti, bildiğinizi söylersiniz, sonra da bunu tevsik edersiniz.”
Yılbaşı telaşını bitirdiğinde eli değip de “vesikaları” ortaya çıkarmasını öneririm.
Yoksa kendisinden önceki “dedikoducu makam sahiplerinden” bir farkı kalmaz, hatırlatmış olayım.
Kafama takılan sorular
EMNİYETİN bir imamı varmış. Hep söylenirdi ama kim olduğunu bilmezdik. Sabah gazetesi “Emniyet imamının”, Fethullah Gülencilerin Zaman gazetesine, 17 Aralık operasyonundan önce bir ziyarette bulunduğunu “fotoğraflı olarak” birinci sayfasından yayımladı.
Benim de kafama takıldı: Emniyet İmamı’nı kim takip ediyordu da otomobiliyle Zaman tesislerine girerken fotoğrafını çekip, ileride kullanmak için bir kenara kaldırdı? Yoksa “takip edenleri de takip eden” bir başka oluşum daha mı var Emniyet içinde?
* * *
Başbakan’ın partideki yardımcısı eski Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin şöyle konuşuyor: “Burada ilk defa açıklıyorum. Bu haberi aldığımda uzun süre düşündüm, inanmak istemedim, araştırdım, soruşturdum ve doğru olabileceği kanaatine vardım. Önemli bir holdingin başında bulunan bir kişi hakkında bir ceza davası var ve mahkûm olmuş. Dosya Yargıtay’a gelmiş. Yargıtay’da “Cemaatin imamı” diye nitelendirilen kişi, ismi bende saklı kendisini tanıyorum. Bu önemli kişinin dosyası ile ilgili ne karar verilmesi gerektiği hususunu dosyanın kısa bir özeti ile birlikte Pensilvanya’ya göndermiştir. Bir savcı, bir hâkim böyle bir şey yapabilir mi? diye sordum kendime, kafam hafızam kabul etmedi. Ama araştırdığımda maalesef bunun doğru olduğu kanaatine vardım.”
Merak ediyorum haliyle: Şahin böyle bir bilgiyi haber aldığında neden kendine sakladı ve adli makamları harekete geçirmedi? Ve bugün bile neden “İsmi bende saklı” diyerek o kişiyi korumaya devam ediyor?
Gülenci kırk katır mı, Erdoğancı kırk satır mı?
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’ın Manisa’daki konuşması sırasında evinin terasından ayakkabı kutusu göstererek protestoda bulunan Nurhan Hanım iki saat, ayakkabı kutusu da dört saat karakolda gözaltında tutuldu.
Nurhan Hanım, 690 lira tutarındaki emekli maaşının düşüklüğünü protesto etmiş ve “barışçı protesto gösterilerinin” kralını yapmış! Bir demokraside barışçı protesto gösterisi yapmak temel haklardan biridir ve böyle bir şey yaptı diye bir insanın özgürlüğü iki saat süreyle kısıtlanabiliyor! Nasıl bir ülkede yaşadığımızı, demokrasinin kırıntısından bile yoksun bırakıldığımızı gösteren bir örnek olarak tarihe geçecektir.
Öyle görünüyor ki daha bir süre “Gülenci kırk katır mı, Erdoğancı kırk satır mı” seçenekleri arasında dayak yemeye devam edeceğiz.
Yakın bir gelecekte bütün bu yaşadıklarımızdan “esasen solcuların sorumlu olduğunu” da söylerlerse hiç şaşırmayacağım. Bu olayda merak ettiğim şey, ayakkabı kutusunun neden iki saat daha fazla gözaltında tutulduğu.
Acaba karakoldaki polisler, “Bu ayakkabı kutularını evinde yeterli süre tutarsan içi dolarla doluyormuş” diye mi düşündüler?
Paylaş