Paylaş
İki bakan istifa etmiş.
Oturdum masaya...
Başladım yazıyı yazmaya.
*
Önce başlığı attım:
“İstifa değerlidir.”
Sonra da şu yazıyı yazdım:
*
-İlk günden yapmaları gerekeni, sekiz gün sonra yapmalarına rağmen...
-“Madem istifa edecektiniz, sekiz gün neyi beklediniz?” sorusunun bir cevabı olmamasına rağmen...
-“Cumhurbaşkanı devreye girdi, daha fazla dayanamadılar” algısına yol açılmasına rağmen...
-“Polis şeflerini görevden aldılar, müfettişleri görevlendirdiler, sonra da istifa ettiler” yorumlarının ortaya çıkmasına neden olmalarına rağmen...
İstifa değerli bir iştir, onurlu bir iştir.
*
Tam o sırada...
“Üçüncü bakan” sahne aldı.
*
Fakat o da ne?
“Üçüncü bakan”, yani Erdoğan Bayraktar, gayet gergin bir ses tonuyla...
“Bize baskı yapılıyor, istifa ettiriliyoruz, bir elimize istifa kâğıdı bir elimize deklarasyon kâğıdı tutuşturuluyor, bu kabul edilemez” demesin mi?
Ardından da “Hem bakanlıktan, hem de milletvekilliğinden istifa ediyorum” demesin mi?
Bununla da yetinmeyip “Madem öyle Başbakan da istifa etmelidir” demesin mi?
*
Çöp oldu yazı.
Yazı çöp olduğu gibi...
İstifalar da çöp oldu.
Anlamsızlaştı.
Değersizleşti, “onur” sıfatıyla taltif edilmeyi hak eden bir iş olmaktan çıktı.
*
Her şey bir anda anlamsızlaştı.
“Peki ya dördüncü bakan? O ne olacak?” sorusu, “Geç de olsa istifa ettiler çok şükür” cümlesi, “İşte arınma başladı” iyimserliği, “dış mihrak” edebiyatı, “Yedirmeyiz” sloganı ve bin türlü savunma stratejisi...
Hiçbirinin ama hiçbirinin bir anlamı kalmadı.
Diyanet’e soruyorum: Dinimiz buna ne diyor?
HÜKÜMET yanlısı dört gazete, geçtiğimiz günlerde hepimize bir “haber” verdi.
Hem de manşetten...
Dedi ki:
“Bu işlerin arkasında Amerikan Büyükelçisi var. İşte kanıt: Büyükelçi şu tarihte şu toplantıda şu sözü söyledi...”
*
Başbakan Erdoğan da dört gazetenin iddiasının üzerine gitti.
Karadeniz gezisinin ilk durağında Amerikan Büyükelçisi’ni ima ederek “Çek git” dedi.
*
Amerikan Büyükelçisi haberleri yalanladı.
Dedi ki:
“Alayı yalan, alayı iftira... O tarihte öyle bir toplantı yapılmadı... Ben de o sözleri söylemedim.”
*
Yalanlama karşısında ne yapıldı?
AK Parti Sözcüsü Hüseyin Çelik’ten tek cümlelik “Beyanı esas alırız, Büyükelçi yoktur diyorsa yoktur” tweet’i geldi. Başbakan Erdoğan da doğrudan Amerikan Büyükelçi’sini hedef almaktan vazgeçti.
O kadar.
Ama hükümet cephesi, alttan alta “Bütün bunlar Amerika’nın oyunu” demeye devam etti, ediyor.
*
Süreç böyle devam ederken...
ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan dün “manidar” bir açıklama geldi.
Açıklamada şöyle deniliyor:
“Türk yetkililer, Büyükelçi Ricciardone dahil Amerikalı yetkililere yönelik suçlamalara itibar etmedikleri konusunda bize güvence verdiler.”
*
Şimdi dört gazeteden haberlerini savunmalarını bekliyoruz.
Ya “Haberimiz doğruydu” demeliler ya da “Haberimiz yalandı” demeliler.
Eğer “Haberimiz doğruydu” diyorlarsa...
“Kimdir Amerikalılara ‘Biz bu haberlere itibar etmedik’ diyen Türk yetkililer?” diye sormalılar...
Ve o Türk yetkililere veryansın etmeliler...
*
“Türk yetkililer” açısından ise daha vahim bir durum ortaya çıkmış durumda:
Türkiye halkının önünde “Her şeyin sorumlusu Amerika’dır” dedikleri, Amerikalıların önünde ise “Yok yahu... Ne alakası var... Biz bunlara itibar etmiyoruz... Siz kafanıza takmayın” dedikleri ortaya çıkmış bulunuyor.
*
Bu tutumun dini terminolojideki karşılığı neydi acaba?
Her güncel sorunun bir dini karşılığını bulmakta epey mahirleşen Diyanet İşleri Başkanlığımız yardımcı olabilir mi acaba?
NTV artık ‘yeme-içme’kanalı olmalıdır
NTV, canlı yayında “bir bakan” daha ağırlıyor olmanın sonsuz özgüveni ve rahatlığı içinde...
Ve fakat...
Patlamaya hazır olan “Bakan Bey”, patlatmasın mı bombasını canlı yayında!
*
NTV’de “bomba haber”i kucağında bulmaktan kaynaklanan bir huzursuzluk, bir telaş, bir ürkme...
Sanki “bakan bey taban fiyatlarını açıklamış” gibi, sanki “bakan ağırlama” rutinlerinden biri daha icra edilmiş gibi, sanki “Bizim bu işte vallaha da billaha da bir kabahatimiz yok” der gibi...
Kısacası hiçbir şey olmamış gibi...
Mahcup ve pişman bir şekilde yayınına devam ediyor.
Elinden gelse...
Seyirciye “Yok bir şey, yok bir şey, bir şey olmadı, işinize bakın” diyecek.
*
Ferit Bey... Ferit Bey...
Dükkânı kapatma, çalışan arkadaşlara yazık olur ama tez elden içerik değiştir.
Bu kanalı artık, mesela “yeme-içme kanalı” haline getir...
Hem “haber kanalı” denilen olgunun namusuna daha fazla tecavüz etmemiş olursun, hem de satın aldığın onca restorana mühim bir katkı sağlamış olursun.
Beddua, lanetleşme ve bedduaya lanet bahsi
-GEÇEN yazıda “beddua değil lanetleşme” demiş ve lanetleşmenin kaynağı sayılan bir ayetten söz etmiştim.
-İster beddua olsun, ister “lanetleşme”... Benim için fark etmez... İkisi de hoş değil. İkisi de yadırgatıcı.
-İkisini de benimsemem... İkisini de kabul etmem...
-İşin içine evlerin, çocukların karıştırıldığı dualar edilmemeli... Hayır duaları edilmeli.
-“Bedduaya lanet” demek de hoş değil... Hem bedduayı hoş karşılamamak, hem de “lanet etmek” tam bir çelişki...
-Bedduayı hoş karşılamayanların “lanet” kelimesini bu denli kolay ve rahat kullanmaları da hoş değil.
Söz, ben de Cemaat’e savaş açacağım
BİR kere ama bir kere şunlardan sadece birini bile derseniz:
-“Ergenekon’da da paralel devlet vardı ama biz işimize geldiği için ses etmedik” derseniz.
-“Şimdi ağız dolusu küfür ettiğimiz savcılara, daha dün işimize gelen işler yaptığı için kahraman diyorduk” derseniz.
-“Cemaat’le el ele verip Türk ordusuna kumpas kurduk” derseniz.
-“Cemaat’in yargıya ve bürokrasiye sızmasına biz yol açtık” derseniz.
-“Pişmanız, çok pişmanız” derseniz.
-“Savcılardan aldığımız bilgilerle sağa sola ‘Tutuklanacaksın’ diye tehditler savurduk, çok ayıp ettik” derseniz.
-“Oraya buraya delil sokuşturma, telefonlara ‘sehven’ mesaj yükleme, önüne geleni tutuklama gibi işlerde sırf işimize yarıyor diye ses etmedik” derseniz.
Söz veriyorum:
Cemaat’e karşı verdiğiniz savaşta yanınızda olacağım.
Paylaş