Öyle bir an gelir ki

KİM bilir bir hafta içinde kaç defa kaçmış, kaçırılmış ve bir daha hiçbir zaman eskisi gibi geri gelmeyecek uykum beni sadık bir gece nöbetçisi olarak ekranın karşısına dikmiş...

Haberin Devamı

Karşımda dünyanın en büyük ve en güçlü devletinin başkanı duruyor.
Richard Nixon...
Ben ona bakıyorum, o da Beyaz Saray’ın duvarındaki Kennedy tablosuna...
Bütün hayatı boyunca gölgesini bir türlü silemediği demokrat başkana bakıyor...
Yüzünde onu bir türlü yenememişliğin hazin ifadesi var...
Orada öyle bir şey söylüyor ki, yazımın sonunda anlattığım zaman, ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksınız...
Ama önce, o sahnenin biraz gerisine, her siyasetçi için hayat bilgisi dersleriyle dolu günlerine dönüyorum.

* * *

Oliver Stone’un, ‘Nixon’ filmini seyrediyorum.
Washington Post gazetesinin başında efsane genel yayın yönetmeni Ben Bradlee var...
İki iyi muhabir, Watergate olayını patlatmış.
“Cesur muhabir” değil, sadece iyi muhabir diyorum.
Çünkü orada iyi muhabir olmak için cesarete ihtiyacınız yok...
Cumhuriyetçi Partili başkan, Demokrat Parti’nin binasına böcekler yerleştirmiş, dinletiyor.
Ve yakalanıyor.
Skandal büyümüş...
Orada demokrasi var... Özgür düşünce, özgür ifade var. Bunları kimsenin asla kendine göre yontamayacağını açıkça anlatan bir anayasa ve onun birinci maddesi var..
Bunu garanti altına alan kurumlar var..
İşte o yüzden Beyaz Saray’da oturan ne beyaz bir adamın, ne de siyah bir adamın, ne bir erkeğin, ne bir kadının, “Ben yüzde 50 küsur aldım. Tanrı benim, milli irade benim” diyebilmeye, ne haddi var ne de cüreti...

* * *

Haberin Devamı

Önce direniyor... Adamlarını veriyor...
Sonra iş kendine tırmanıyor ve filmin en dramatik sahnesine geliyoruz.
Hukuk danışmanı ona istifa etmesini tavsiye ediyor.
Kendisi Beyaz Saray’ın bütün telefon konuşmalarını kaydettirmiş..
Kayıtlarda onun sadece Watergate değil, başka birçok olayda da sorumluluğunun bulunduğunu açıkça gösteren bölümler var.
Başsavcı o kayıtları istiyor.
Hukuki danışmanı “İstifa edin. İstifa ederseniz, kayıtları vermek zorunda kalmazsınız” diyor.
Nixon “Kayıtları imha edersem kimseye verecek bir şeyim kalmaz” diyor.
İşte o an danışmanı, belki de bütün siyasetçileri ilgilendiren zamane gerçeğini önüne koyuyor.
Çok basit bir cümle:
“O kayıtların bir kopyasının bir başkasında da bulunabileceği ihtimalini düşündünüz mü...”
Devam ediyor...
“Size bu soruyu soruyorsam, böyle bir ihtimalin bulunduğunu düşündüğüm içindir.”
Nixon, anlamını sadece kendinin çözebileceği bir ifadeyle bakıyor..
Sonra, danışmanının, ona sormadan White House antetli kâğıda yazdırdığı istifa yazısını alıyor ve imzalıyor...
Anlıyorsunuz ki, gücün ve siyasetin en zirve noktasında bile çok dramatik bir çöküş anı vardır...

Haberin Devamı

İnsanlar bir gün o abideye bakınca ne düşünecekler

İSTİFADAN bir gün öncesine dönüyorum...
Nixon en çok kızdığı, ama en çok da saygı duyduğu siyasetçiyi yanına çağırıyor.
Kissinger’ı...
O, istifa etmemesini, çünkü dünyanın çok kritik bir anında ülkenin çok güçsüz kalacağını söylüyor.
Aralarında şöyle bir konuşma geçiyor:
N.: “Hiç dua eder misin?”
K.:
“Nasıl yani...”
N.: “Diz çöküp dua eder misin...”
K.: “Pek etmem...”
N.: “Tanrı’nın önünde diz çöküp dua etmeyecek kadar kibirli olma...”
Sonra birlikte diz çöküp dua ediyorlar....
Onları arkasından seyrederken, kutsal kitapların “kibirle” ilgili anlattıklarını hatırlıyorum...
“Kibir: Yedi büyük günahın en büyüğüdür..”
Ve bütün büyük günahlar ondan doğmuştur...”

* * *

Haberin Devamı

Dönüyorum en baştaki sahneye...
Nixon, istifasını verdikten sonra Beyaz Saray’daki Kennedy tablosunun karşısına geçer...
Demokrat Parti’nin öldürülmüş lideri hafif ve sevgi dolu bir gülümsemeyle bakmaktadır.
Ölümü sadece Amerika’yı değil, bütün dünyayı birleştirmiştir.
Arkasında Demokrat’ı ve Cumhuriyetçisi ile bütünleşmiş, birleşmiş bir Amerika bırakmıştır.
Nixon bir de kendi yarattığı Amerika’ya bakar...
Bölünmüş, kutuplaşmış, fraksiyonlaşmış, bir kısmı öz, bir kısmı üvey evlat muamelesi gören, paramparça yüreklerin çizdiği bir harita...
Bir ülke enkazı..
Karşısındaki portreye bakarak konuşur:
“İnsanlar sana baktıkça olmak istediklerini görüyor...
Bana baktıkça ise ne olduklarını...”

* * *

Haberin Devamı

Filmin final yazıları siyah bir zemin üzerinde akmaya başlarken, ben de kendi ülkemi düşünüyorum...
Benim de önümde iki tablo var...
Biri sadece profil... Adı yok...
Bir “kibir” aysbergi...
“Bütün dağları ben yarattım” edası... “Tarih benimle başlar, bensiz bitemez” itikadı..

* * *

Öteki ise bir portre...
Adı Atatürk...
Bir gün her siyasetçinin çıkmak istediği, Ankara’nın en yüksek tepesindeki o mütevazı binada onun da portresi asılı duruyor...
Bir gün her siyasetçi o portreye bakıp düşünecek...

* * *

Bir de İstanbul’un en yüksek yerine inşa edilmekte olan o cami var.
Onu da merak ediyorum..
Bir gün insanlar o camiye baktığında kimi görecekler?
İnancını taşıyan birini mi, yoksa kendini inanca taşıtan birini mi...
Boğaz’ın karşı tarafındaki Mimar Sinan’ın önünde, utancından, boynu daha şimdiden önüne eğilmiş, hazin kaderini bekleyen bu yapıya baktıkça ne görecekler...
Bir “kibir abidesi” mi...
Bir zamanlar bu ülkede adaletin, insanlığın, demokrasinin ne duruma düşürüldüğünü anlatan, estetikten nasibini alamamış bir hatıra taşı mı...
Muhtemelen hepsini...

Yazarın Tüm Yazıları