Paylaş
Fethullah Gülen de dün internetten izlediğim bir konuşmasında bir etkili siyasetçi için hazırlanmış “kasetten” söz etti, “özel bir duruma ilişkin” bir kasetten!
Hükümet ile cemaat arasındaki iktidar mücadelesi artık üstü örtülemez hale geldiğinden beri kamuoyunda da bir kaset söylentisidir gidiyor.
“Bilmem kimin kardeşinin kasedi varmış, bilmem hangi önemli siyasetçinin kasedi varmış, sadece bir değil, çok sayıda kaset varmış” gibisinden dedikoduların bini bir paraya gidiyor.
Çağımız sosyal medya çağı ya, yayıldıkça yayılıyor, Erdoğan ve Gülen gibi güç sahiplerinin imalı konuşmaları da bu rüzgârı güçlendiriyor.
Taraflar “ellerinde bir şeylerin olduğunu” yayıp, bir tür “dehşet dengesi” mi yaratmak istiyorlar yoksa gerçekten böyle şeyler var ve ortam bunların ortalığa saçılacağı günlere mi gebe, bilemiyorum.
Ama bildiğimiz bir şey var ki böyle olayları yaşadık ve ne hükümet ne de cemaat o vakit bununla ilgili olarak kıllarını bile kıpırdatmadılar.
Hadi diyelim ki “cemaat” adı üzerinde bir topluluk, ama hükümetin elinde bunlarla mücadele etmek için polisi, MİT’i, yargısı var ama “tık” duymadık.
Deniz Baykal, bir kaset şantajıyla CHP Genel Başkanlığı’nı bırakmak zorunda kaldı.
Elimizde ne var? Hiç!
Hükümet bu olayı aydınlatamadı mı, aydınlatmak işine mi gelmedi?
Seçimden önce Türkiye tarihinin en iğrenç siyasi saldırısına tanık olduk. MHP’li yöneticiler ile ilgili kasetler yayımlandı. MHP’yi siyaset sahnesinden silmeyi hedefleyen bu siyaset mühendisliği ile ilgili ne yapıldı? Hiç!
Hükümet bunu aydınlatmak, örgütlü bir suç olduğu çok açık olan (hatta demokratik siyasete yönelik darbe bile sayılabilirdi) bu siyaset mühendisliğini aydınlatabildi mi? Hayır!
Niye acaba?
Suç ortağı olduğu için mi, o günün siyasi dengelerinde “fitneye” meydan vermemek için mi, gücü yetmediği için mi?
Şimdi kalkmış “kirli oyunlardan” yakınıyor!
Böyle bir oyunu kirli yapan şey, oyunun ta kendisi midir, yoksa bu kez işlerine gelmiyor olması mıdır?
Bu meselede savcıların durumuna üzülüyorum
HÜKÜMET, MGK’da alınan fişleme kararının uygulanmadığını, hatta belgenin “yok hükmünde” olduğunu söylüyor.
Sonra da bu belgenin yayımlanmış olmasının “devletin güvenliğini tehlikeye düşürdüğünü, yayımlayanın casus olduğunu” ileri sürüp dava açılmasını, yayımlayan gazetecinin cezalandırılmasını istiyor.
Anlayamadığım husus şu: Hem belge “yok hükmünde” ve zaten “uygulanmaya değer görülmemiş” bir belge, hem de açıklanması devletin güvenliğini tehlikeye düşürüyor!
Bu ikisinin bir arada olabilmesi mümkün mü?
Yoksa bu da Koca Ragıp Paşa’nın tarihe geçmiş “Merdi Kıpti şecaat arz ederken sirkatin söyler” sözünün günümüz versiyonu mu? (“Çingene’nin merdi, yiğitliğini anlatırken hırsızlığını söyler” anlamına gelen ırkçı bir söz bu.)
Ya birincisi doğru olmalı ya da ikincisi! Ama her ikisini de hükümet kesimi savunuyor!
“Halkımız aptaldır, ne söylersek yutarlar” diye düşünüyor olmalılar.
Şimdi bakalım savcılar ne yapacaklar. “Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” durumunda kalacaklar.
Eğer hükümetin şikâyetini ciddiye alıp Mehmet Baransu hakkında bir casusluk davası açarlarsa, hükümet de “devletin güvenliği için önemli bir belgeyi yok saymış” durumuna düşecek.
İşte o gün ne olacak çok merak ediyorum.
MGK kararının altında ıslak imzası olan ve o kararları uygulama makamında bulunan hükümet üyeleri için “görevi ihmalden” dava açmaya cesaret edebilecek bir savcı çıkabilecek mi?
Anayasa Mahkemesi’ni bile takmadılar
ANAYASA Mahke-mesi’nin Mustafa Balbay ile ilgili olarak verdiği kararın tarihi 4 Aralık 2013.
Günlerden çarşambaydı ve Anayasa Mahkemesi, Mustafa Balbay’ın tutukluluğunun “seçilme hakkının ihlali” olduğuna karar vermişti.
Anayasa Mahkemesi’nin bu kararının herkes açısından bağlayıcı olduğunu tartışmaya bile gerek yok.
Ama kuşkusuz ki bizlerden daha çok Balbay hakkındaki yargılamayı yapan mahkemeyi bağlaması gereken bir karardı.
Aradan çarşamba geçti, perşembe geçti, cuma geçti, cumartesi geçti, pazar geçti.
Pazartesi gününe geldik ve davaya bakan savcılık Balbay’ın tahliye edilmesi ile ilgili mütalaasını mahkemeye ancak verebildi.
Yani tam 5 gün geçti!
Bir insanın özgürlüğünü bir saatliğine bile kısıtlamanın affedilemez bir suç olduğu bir dünyada mahkeme beş gündür oyalanıyor!
Belli ki mahkeme, Anayasa Mahkemesi’nin kararından sonra bile yargılama sürecindeki önyargılarından kurtulamamış.
HSYK’nın bu konuda söyleyebileceği, yapması gereken bir şey yok mu?
Paylaş