Paylaş
Siz, eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök...
Ve siz, eski Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman.
Kendi içimdeki ve yüzlerce arkadaşınızın içindeki gıyabi bir duyguyu vicahiye çeviriyorum.
***
O yüzlerce arkadaşınız ki; uyduruk belgeler, ne idüğü belirsiz kazılar, sulu zırtlak imzalarla, meşum sabahlarda evlerinden alındılar.
Özel hayatları paramparça edildi.
Onurları ayaklar altına alındı...
Kimi kendine yediremedi, kafasına sıktı gitti...
Kimi hastane odalarında, hücrelerde pili bitmiş, tekleyen yüreklerini canlı tutmaya çalıştılar.
Cephelerde verdikleri hayat savaşlarının yüz katını üç-beş metrekarelik voltalarda verdiler.
***
Eşleri ellerinde pankart, şehir şehir dolaştı...
Komuta ettikleri ordu darmadağın edildi, koskoca bir Deniz Kuvvetleri, Barbaros’un torunları, derme çatma gemilerle Kıbrıs’a çıkan, Somalilerde korsan peşinde koşan, karada perişan edildi.
Denize çıkacak komutan, en modern F-16’ları kullanacak pilot bırakmayıncaya kadar arkadan bıçaklandılar.
Omuzlarından apoletleri söküldü, yüreklerinden vatan sevgisini hâlâ alamadılar.
Yüzlerce Dreyfus yaratıldı; yakalanacaklarını ve yakılacaklarını bile bile kaçmadılar.
Sürgünperverliği içlerine sindiremediler; vatanperverliği tercih ettiler.
Yakılacaklarını bile bile, göğüslerini gere gere gidip teslim oldular.
***
Sayın komutanlar; Özkök ve Yalman paşalar...
Hepsi arkadaşınızdı...
Harp okullarında, akademilerde yan yana oturmuş, aynı karavanayı paylaşmıştınız.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kahraman ordusunun silahları üzerine birlikte el koymuş, omuz omuza yemin etmiştiniz.
Devletin bugün bile hâlâ “terörist” dediği adamlarla savaşırken, kim bilir kaç arkadaşınızı şehit vermiş, annelerinin, babalarının, eşlerinin, kardeşlerinin, çocuklarının, arkadaşlarının önünde, birlikte toprağa vermiş, kaçı için birlikte gözyaşı dökmüştünüz.
İşte o insanların ne onurları bırakıldı ne özel hayatları...
Ne evleri kaldı ne barkları...
***
Suçlandıkları yıllarda onların komutanıydınız...
Sorumluluk taşıyordunuz...
Parya muamelesi gördükleri mahkemelerde, umutsuzca seslendiler sizlere:
“Gelin, bildiğinizi anlatın” dediler.
“Ete soğan doğramayız” dediniz.
Bin dereden su getirdiniz.
“Çok üzülüyoruz” dediniz.
“Allah yardımcıları olsun” dediniz; kendi elinizden gelecek yardımı bile Allah’a bıraktınız.
Her şeyi söylemek, her bahaneyi uydurmak aklınıza geldi...
Geldi de, bir tek 2004 yılında Milli Güvenlik Kurulu’nda attığınız o imzalar mı aklınıza gelmedi...
Diyemez miydiniz, o olağanüstü yetkili önyargının önüne çıkıp:
“Kardeşim siz burada neyi, kimi yargılıyorsunuz?”
Diyemez miydiniz:
“Arkadaşlarımızın omzuna suç diye yüklediğiniz o ıslak imzaların dik âlâsını, bu hükümetin başta Başbakan’ı olmak üzere bütün üyeleriyle birlikte biz de attık...”
Hiç mi aklınıza gelmedi?...
Yoksa işinize mi?...
***
Hadi o ete soğanı doğramadınız, doğrayamadınız...
Hiç olmazsa şu vicdanlara biraz tuz serpin de...
Hiç olmazsa kokmasın...
Her biri, bir gün mutlaka gelecek olan “Dreyfus gününü” bekleyen silah arkadaşlarınızın müebbet cezası, sizin müebbet ayıbınız haline gelmesin..
(NOT: “Niye söylemediler” sorusu hiç aklıma gelmemişti. Dün Milliyet’te Melih Aşık’ın köşesinde okuyunca uyandım.)
Ben asıl ‘Şehir Kürtleri’ ne zaman gelecek, onu bekliyorum
SONUNDA bir gün birinin çıkıp, “Türk diye bir şey yoktur” diyecek kadar cozutacağını bekliyordum.
O AK Parti MKYK üyesi geç bile kaldı. Şimdi “Türk” olmadığına göre, biz kimiz sorusunun cevabını bekliyorum. Siyasi geçmişimiz bu konuda oldukça yaratıcı ve zengin reddiye örnekleriyle dolu..
Bir zamanlar “Kürt yoktu” diyorduk. Kendini “Kürt” zanneden insanlar için “Dağ Türkleri” denmişti ve bir süre idare etmişti. Ama son zamanlarda “Kürtlerin” olduğunu öğrendik.
Şimdi “Türk” olmadığına göre, kendini Türk zannedenler için bir isim bulmalıyız.
“Şehir Kürtleri” deriz olur biter.
Bir gün bunu söyleyenlere bu ülkede “Türklerin de” yaşadığı öğretilinceye kadar, böyle idare ederiz.
Nasıl olsa hayat hepimize öğretiyor...
Eline silah almayan bir çocuğun elleri
HAYATI boyunca eline hiç silah almadı...
Ellerini kırdılar...
Aklı hiçbir zaman şu olup biteni almadı...
O kafasını tekmelediler... Kafatasını kırdılar.
Yüreği hiçbir zaman haysiyetsizliği, her gün aşağılanmayı, hırpalanmayı kabullenemedi...
Yüreğini susturdular...
Yok ettiklerini, bitirdiklerini sandılar...
Oysa şimdi Eskişehir’in bir meydanında dimdik ayakta duruyor. Bize doğru uzattığı iki elini, su kabı haline getirmiş... Su koyalım diye... Her gün insanlar su koysun diye...
Her gün kuşlar gelip elinden su içsin diye...
Eskişehir’de Gezi olayları sırasında öldürülen Ali İsmail Korkmaz için yapılan heykele her bakışımda şunu hissediyorum:
Bu heykele kimse “ucube” diyemeyecek, ama ona her bakan, o çocuğu öldüren “ucubeleri” hatırlayacak.
Bu çocuğu öldürenler, öldürtenler, öldürenleri kahraman ilan edenler, elbet bir gün unutulacak. Ama bu çocuklar hiç unutulmayacak.
Gezi’de bu çocukların üzerine insafsızca gittiği için bugünün kahramanı ilan edilenler, yarının korkakları olacaklar.
Postmodern 24 Haziran kararları komplocuların ayarını bozdu
TAMAMEN unutmuşum, Uğur Ergan hatırlattı.
Hürriyet, 2004 yılında
“24 Haziran postmodern kararları”nın MGK’da ele alındığı haberini vermiş. Komplo teorisi gerillalarını hemen araziye saldılar.
Neymiş? Hürriyet bu haberi arşivinden çıkarmış.
Geçmişte buna benzer naneleri yine yemişlerdi. Dün Hürriyet Web’in yetkililerine, nedir bu diye sordum. “Yok öyle bir şey Ertuğrul Bey. Haber Hürriyet’in web arşivinde duruyor. Google da orada. Yazın iki anahtar kelime, geliyor önünüze...”
Öyle anlaşılıyor ki; postmodern 24 Haziran kararları, altında imzası olan herkesin ve yakınlarının ayarını iyice bozmuş. Kalite öyle düşmüş ki, bir “tık”la darmadağın olacak berbat, acemi işi komplo teorilerinden bile medet umar hale gelmişler.
Eee ne demiştik?... “Nehrin kenarı...”
Bir de ne demiştik? “Zamanın ruhu...”
Bakıyorum da, önüne gelen “Zamanın ruhunun ipine” sarılmış...
Aman dikkat edin ip kopacak yahu... Çok kalabalıksınız...
Paylaş