Paylaş
Gözlerini hiç ayırmadan izliyorsun.
Seni kimse rahatsız etmesin istiyorsun.
Hemen kavrıyor seni, alıyor, ‘Temmuz’ ve ‘İhsan’ın dünyasına götürüveriyor.
Müzikler şahane, görüntüler şahane...
Ama en babası, hikâye!
Çağan Irmak, bunu hep yapıyor!
Sahicilik doruk noktada.
Karakterler çok inandırıcı.
Diyaloglar harika.
Ve yaşanan hikâye çok dokunaklı.
Kolları bacakları olmayan engelli bir gençle, ‘İhsan’la (ve nasıl başarılı bir şekilde canlandırmışlar, inanılmaz!) ‘Temmuz’un hikâyesi.
Daha doğrusu, onların ruhsal buluşması, birbirini tamamlaması.
Birbirinin meleği oluyorlar.
Biri, diğerini kurtarırken, o da kurtuluyor.
Bir duygu filmi.
Ama insanı mutsuz da etmiyor, aksine mutlu ediyor, bütün ötekileştirilenlerin dünyaya karşı verdikleri mücadeleyi de anlatıyor.
Film, ‘Temmuz’un (Deniz Celiloğlu) gördüğü bir rüyayla başlıyor. Bir yüz görüyor rüyasında. Konuşuyor o yüz onunla, “Kurtuluşumuz yakında!” diyor. Pek çok şey söylüyor ve sonunda ‘Temmuz’ o yüzün sahibini, köpeğini gezdirirken parkta görüyor. Kolları, bacakları olmayan o engelli genç adamın (Bulut Aras İyinemli) peşine düşüyor…
Ve dostlukları başlıyor.
Film, hayattaki eksiklerimizi, bir başkasıyla tamamlayabileceğimizi, birinin kanatları olabileceğimizi de anlatıyor.
Su damlası gibi, şiir gibi bir film.
Ben çok sevdim…
Bakalım, siz de sevecek misiniz?
Çağan, yine yapmışsın yapacağını! ‘Tamam mıyız?’ muhteşem bir film. Kutluyorum…
-Teşekkür ederim. Bu, bir duygu filmi. İki ötekileştirilmiş insanın öyküsü. Anlatmak istediğim şuydu: Hepimizin kurtuluşu, bir başkasının kurtuluşunda yatıyor. Bizler, ancak bir başkasını kurtararak, kendimizi kurtarabiliyoruz, ruhlarımızı özgürleştirebiliyoruz. Bu film, insanlar arasındaki ruh birlikteliğini anlatıyor. ‘Temmuz’ ile ‘İhsan’ın ruh bütünleşmesini…
Sadece onların mı?
-Yok hayır. Anneleri için de söz konusu. Biri Nişantaşı annesi, diğeri gecekondu annesi. Normalde, hayatlarının kesişme ihtimali yok ama çocuklarını korumak için, onlar da tamamlanıyorlar, bütünleşiyorlar. Filmde, ruhları bütünleşenler arasında, ‘Temmuz’ ve köpeği de var. Sonunda, yine Mevlana’ya geliyoruz. ‘Tamam’ olduğunu görmen için, sadece bakman ve keşfetmen gerekiyor. Sabit fikirleri, önyargıları terk etmen gerekiyor…
Yine ağlatacak mısın bizi?
-Ağlatacak belki ama ‘ağlak’ bir film değil! Bu, bir mücadelenin filmi…
Nereden esinlendin? Bu filmi yaparken seni tetikleyen ne oldu?
-Ooooo çok şey! Yaşadığımız coğrafya, Gezi, bu ülkedeki tahammülsüzlükler, insanların birbirini çok kolay yargılaması… Bunların hepsinin toplamı. Türkiye’de bir ‘geçiş dönemi’ yaşıyoruz. Bütün bunlar olurken, yeni filmimde ne anlatacağımı bir türlü bilemedim. Önce, ‘Yaratılan’ diye fantastik bir hikâye yazdım. Ama olmadı, bir türlü kafamda oturmadı. Sonra baktım ki, Türk insanı bütünleşmeye başlıyor, birbirini tanımaya, empati kurmaya başlıyor. Gençleri kastediyorum tabii ki. O zaman dedim ki, “İki genç insanın birbirini bulması, tanıması ve bütünleşmesi üzerine bir film yapayım…”
Birbirleriyle rüyalarında tanışıyorlar…
-Evet ama Gezi’de de tanışabilirlerdi, bir araba kazası sonucu da karşılaşmış olabilirlerdi. Ben biraz uhrevi taraftan girip, rüyalarında birbirlerini bulmalarını istedim. İçinde seks olmayan bir ruh birleşmesinin hikâyesi bu…
Bunu açalım… Bu iki insanın, ‘Temmuz’ ile ‘İhsan’ın yaşadıkları ne? Aşk mı?
-Aşkın kelime anlamı, dünyayı kapsayan bir şey. Benim sözlüğümde aşkın, mutlaka cinsellik içermesi gerekmiyor. Annene de “Aşkım” dersin. Babana da. Kedine de, köpeğine de. Bunun, cinsel kimlikle bir alakası yok. Aşk dediğin, aşktır. Filmde ‘Temmuz’ heykeltıraş olduğu için taşlara âşık mesela. Derdini onlarla anlatıyor, taşları konuşturuyor. İki ötekileştirilmiş insanın bütünleşmesi. Bir cinsellik yaşamıyorlar. Yine de bu, bir aşk filmi…
Biz bu ülkede, ötekileştirmenin dibini mi yaşıyoruz?
-Hem de nasıl! Üstelik hepimiz birbirimizi ötekileştiriyoruz. Yani bizi ötekileştiren bir tane grup yok. Herkes birbirini... Başı açıklar türbanlıları, türbanlılar başı açıkları ötekileştiriyor. Oysa bunu aşmak, çok daha kolayı. Birbirini kabullenmek. Ötekileştirme! Kabullen. Bitti, gitti. Bu kadar basit bazen hayat. Gerçek, bazen o kadar yüzeyde ki, biz dibe daldıkça, gerçekten uzaklaşıyoruz.
Birbirini tanımayan iki insanın, aynı rüyayı görmesi fiilen mümkün mü?
-Bilmiyorum. Bence en doğru cevap bu, bilmiyorum. Ama olabilir de. Neden olmasın? ‘Temmuz’, bir yüz görüyor rüyasında. Film öyle başlıyor. Hani bir rüya görüp, sabah kalkıp bir türlü anlatamayız ya, o kelimeyi, o cümleyi, o duyguyu tanımlayamayız ya… Böyle bir şey. Belki bir yüz gördü, belki kendi kalbini gördü, aynadaki yansımasını gördü. Ama o yüzü, o çocuğa yakıştırdı ya, önemli olan bu!
Rüyayı kullanma fikri nasıl geldi?
-Ben rüyalarla ilgiliyim. Gecenin bir yarısı uyanıp, telefonumun ses kaydedicisine anlatırım. Yoksa unutuyorum…
‘Temmuz’un hayatında uyguladığı totemler var. Son derece gerçekçi…
-Evet, hepimizin yok mudur? ‘Temmuz’, hayatı kendi için eğlenceli hale getirmeye çalışıyor, “Bugün üç şarkıda parka inebilirsek, her şey süper olacak!” diyor köpeğine. Onun için bir atraksiyon. Hayatını renklendiriyor. Bir kitap mı seçecek, kütüphanenin önüne gidiyor, gözünü kapatıyor, kitapları tek tek sayıyor, 16’ncı kitabı seçiyor. O da bir Hakan Günday romanı çıkıyor…
Yine bu filmde, her kare, tablo gibi. Ne kadar emek veriyorsun bunun için?
-Görüntü yönetmenimiz Gökhan Tiryaki. ‘Issız Adam’dan bu yana birlikteyiz. Biz sadece ruh konuşuyoruz, resim tak diye kendini buluyor. “Ya Gökhan” diyorum, “Kasvetli bir hava olmasını istiyorum” ya da “Bizi mutlu edecek bir akşamüstü ışığı yaratalım.” “Tamam anladım” diyor, hop onu yapıyoruz, oluyor. Ara Güler’e de sormuşlar “Hangi makineyle bu kadar güzel resimler çekiyorsunuz?” diye. Cevap: “Kalbimle kardeşim!” Bizimki de o hesap...
Casting de ‘cuk’ oturmuş. Oyuncuları nasıl seçtin?
-Zaten ‘İhsan’ın yüzü (Bulut Aras İyinemli), en başından beri vardı. Onu bir televizyon dizisinde görüp, oyunculuğunu çok sevmiştim. O yüz, kendi kendine gelip filme oturdu. ‘Temmuz’u bulmamsa zor oldu. İsmi de neden ‘Temmuz’ oldu bilmiyorum, bir sıcaklık geldi onu yazarken…
Ne kadar zamanda yazdın?
-İlk kırk sayfayı yazıp, çöpe attım. “Ben bu senaryoya asla elimi bile sürmeyeceğim. Kendime bu işkenceyi yapamayacağım!” dedim…
Sonra geri mi aldın?
-Evet! Çünkü bu filmi gerçekten yapmak istedim. Ama artık insanları üzmek istemiyorum. Bu filmle kimseyi üzmeyeceğim. Evet, ağlatacağım belki ama çok da mutlu edeceğim. Ben bunun peşindeyim. Kimseyi ağlatmaya hakkım yok...
Ağlarken temizleniyor belki de…
-Tamam, ağlasın, temizlensin. Ama ümitsizliğe kapılmasın filmden çıktıktan sonra…
Diğer oyuncuları nasıl buldun? Sumru Yavrucuk’a nasıl karar verdin?
-Sumru ile uzun zamandan beri çalışmak istiyordum. ‘Nişantaşlı t.ş.klı anne’ tavrını çok istedim filmde. Bizde şöyle bir anlayış vardır: “Anne zenginse, kötüdür.” Hayır, Sumru’nun canlandırdığı kadın, yani ‘Temmuz’un annesi zengin ama iyi. Başkalarına yardım da ediyor, oğlu için mücadele de…
Ama filmdeki babalar kötü…
-Niye? Çünkü ataerkil bir toplumuz. İkisinin de çocukları, kendi istedikleri gibi olmamış. Çünkü babalar, erkek evlatlarıyla, aynada kendi suretlerini görmek istiyorlar. Oysa bir erkek evladın, kendine özgü bir hayatı var. Diğerinin de o kolları bacakları yok. Babalarının hayal ettiği gibi ‘kusursuz’ değiller. O yüzden, o iki baba da çocuklarından nefret ediyor…
Filmin gizli başrolü Hakan Günday’ın romanı
Hakan Günday sevdiğin bir yazar mı?
-Çooook. Filmde okunan kitap onun ‘Kinyas ile Kayra’sı. Hakan çok sert şeyler yazıyor ama dünyanın en nazik, en içten, en tatlı adamlardan biri. Filmin gizli başrolü de o roman! Hakan’dan izin istedim, “Deli misin ne izni. Al istediğin gibi kullan” dedi.
Birbirimizi anlayacağız ama zaman alacak
“Koca dünyanın koynuna sığdıramadığı iki insanın hikâyesi…” Bu lafa da bayıldım. Nasıl karar verdin peki birini ‘gay’, ötekini ‘engelli’ yapmaya?
-Her şey o kadar kendiliğinden oldu ki… Bazı senaryolar vardır, taktikle yazarsın. İş, onu gerektirir. Bu ise tamamen sinir uçlarımla ve içgüdümle yazdığım bir hikâye oldu. ‘Karanlıktakiler’ diye bir film yaptım, psikolojik- gerilim filmiydi, paranoit şizofren birini anlatıyordum ve oturup düşünmem gerekiyordu. Orada başka bir yazım sistemi vardı. Bu bir duygu filmi olduğu için, bütün cümleler kendi kendine çıktı. Hani derler ya, “Saçlarım ne zaman döküldü bilmiyorum o sürece tanıklık etmedim.” Bunun gibi bir şey işte…
Bir noktadan sonra, toplum, ötekileştirdiği herkesi (LGBT, Kürt, engelli vs.) aynı sepeti mi koyuyor?
-Şöyle bir şey söyleyeyim: “Hepimiz kardeş olacağız!” demek de zor ve gerçekçi değil. Bu kadar pembe, romantik değil dünya.
Hepimiz birbirimizi anlayacağız ama bu zaman alacak. Ben burada dilediğim kadar, “Gelin canlar, bir olalım!” diye bağırayım yok böyle bir şey, saçma bir söylem olur. Daha dur, birbirimizle ilgili yaralarımız var. Önce onları yalayıp tedavi edeceğiz ve bu zaman alacak. Bu iyileşme süreci, bizim değil, çocuklarımızın göreceği bir süreç olacak. Ama ben ilerisi için umutluyum.
BU FİLMİ ARKADAŞLARIMA ADADIM!
İlk defa bu senaryoda, bir sürü arkadaşıma okutup fikrini aldım. Hepsinin de teşekkürler listesinde ismi var. Filmi onlara adadım…
Anlatmaya çalıştığım ‘YARENLİK’
‘Temmuz’ kendisini hiç terk etmeyecek birinin mi peşinde?
-Evet. ‘İhsan’ istese de terk edemez. Çünkü gidemez…
İyi de bu sağlıklı mı?
-Bu ayrı bir düşünce… Benim anlatmak istediğim ‘yarenlik’ti. En güzeli o bence. Arkadaş, hayat arkadaşı, ağabey, kardeş, dost… Hepsi… Bu, bütünleşen ruhların filmi dedik ya, ‘Temmuz’ hayatın ve insanların kendisini acıtmasından korkuyor. ‘İhsan’la tamamlanıyor, mutlular, birbirlerinin eksiklerini kapatıyorlar. İhsan’ın da bir yere gidecek hali yok. Tam da ‘Temmuz’un dediği gibi: “Napim menfaatse, menfaat… Bize iyi gelecek!”
Oyuncunun fiziğine bakmam Yüzünde o bakışı ararım!
Anlattığın hikâyenin sahici olabilmesi için ne kadar uğraştın?
-‘Temmuz’u (Deniz Celiloğlu) seçerken sadece yüzünde bir bakış arıyordum. Ben bir göz ifadesi arıyordum. Çok şişman biri de oynayabilirdi, çok zayıf da. Fizik, yakışıklılık hiçbir şeyin peşinde değildim. Gözünde o bakışı yakalayabileceğim kim olursa olsun, sokaktan geçen birini de oynatabilirdim. ‘Dedemin İnsanları’ndaki dükkândaki çırağı da öyle seçmiştim. Sadece bakıyordu ama repliklerinin hiçbirini söyleyememişti. Nusaybin’den hiç dışarı çıkmamış biriydi. “Tamam, bu çocuk!” dediğimde, “Hocam, yapmayın, emin misiniz” dediler. “Bu çocuk olacak, çünkü bunun gözünde o bakış var!” dedim. Aynı şekilde ‘Temmuz’un bakışını da sadece Deniz’de yakaladım…
Müzikler yine öldürücü güzel! Nasıl bu kadar isabetli müzik seçiyorsun?
-Ben seçmiyorum, müzikler bana kendilerini seçtiriyorlar. Böyle oluyor benim filmlerimde. “Hey, ben buradayım, beni alacaksın bak!” diyorlar, alıyorum. Jason Mraz’in ‘Life is Wonderful’u bence bu filmin müziği. Aynı şekilde Fikret Kızılok’un ‘Düşler’i. Düşlerle ilgili bir sürü şey söylüyor ‘Temmuz’, o zaman bu müzik cuk oturuyor tabii. Sıla’dan ‘Tamam mıyız?’ ve Aytekin Ataş’tan ‘Söylenmemiş’ de çok yakıştı…
Dağdan değil, senden düştüm milyonlarca sperminden biriyim
‘Temmuz’un babasıyla bir yüzleşmesi var. “Dağdan mı düştün?” diye soruyor baba, “Hayır, senden düştüm!” diyor, “Milyonlarca sperminden biriyim. O kadar rakibi aşıp geldim, ben bir şampiyonum.” Bir gay için bunları söyleyebilmek ne kadar zordur?
-Çok ciddi bir tokattır o. Bir insan, kendi evladının ‘kusurlu’ olduğunu düşünüyorsa pardon ama o senden çıkan bir şey. O zaman sen de ‘kusurlu’sun kardeşim! O senin kusurun oluyor. O senin yarattığın bir şey, sevsene çocuğunu. O, bir vazo değil ki, kusurlu diye çöpe atasın ya da hamurunu yeniden pişirip tekrar yapasın. Tamamen senin içinden, hücrelerinden gelen bir şeyse, o aynı zamanda sensin!
TATLI KÜFÜRLER
“Gerçek s...mde değil!” Bu cümleyi nasıl buldun? Yine iki anlamlı…
-Kızacaklar ama küfrün ayıp olduğunu düşünmüyorum. Küfür, bir ifade biçimi. Tabii ki çoluğun çocuğun yanında etmemek lazım. Ama küfür, şiddet değildir. Haa buna ‘Ayıp!’ diyene de saygı duyarım. Ama benim dedem de küfrederdi mesela, “Ha s..t.r” derdi ama o kadar komik söylerdi ki, ben hep gülerdim. Bunlar, tatlı küfürler…
Bu filmden sonra gay’lik tartışmaları çıkarsa, vereceğin cevap ne olur?
-Cevap-mevap vermem. Umurumda bile olmaz. Tartışılacak bir konu değil ki benim için. “Siz kim oluyorsunuz da yargılamaya kalkışıyorsunuz” derim!
Fotoğraf: Muhsin Akgün
Paylaş