Paylaş
Hayatınızda hiç ‘Druk Yul’ diye bir ülkenin adını duydunuz mu?
Türkçe adı ‘Barışçıl Ejderha’nın Ülkesi’.
Ben işte bu ülkeye iltica ettim.
Bir haftalığına...
Çünkü kendi ülkemden fena halde sıkılmıştım. Her geçen gün burnunu biraz daha hayatıma sokmaya çalışan ceberut bir devlet, boğmaya başlamıştı beni...
* * *
Her şey bir gazetede okuduğum haberle başladı. Bir de fotoğraf gördüm.
Bir yerlerde öyle bir ülke varmış ki... Bu ülke, öteki ülkelerin gelişmişlik göstergesi diye bildiği ‘gayri safi milli hasıla’ kavramını reddediyormuş.
İnancın baskıya dönüşmediği, elinde güç olanların, inanç adına insanların hayatına burnunu sokmaya cüret dahi edemediği, tam aksine insanı özgürleştirmenin aracı olduğu bir ülkeymiş.
Onun yerine ‘gayri safi milli mutluluk’ diye bir kavram bulmuşlar.
Sonra ‘mutluluğun’ ne olduğunu araştırmaya, tarif etmeye ve bunun kriterlerini belirlemeye çalışmışlar.
Bense, ekonomisi büyüdükçe insanlarının mutluluğu küçülen bir ülkede yaşadığım için merak ettim.
ERTUĞRUL ÖZKÖK 'BARIŞÇIL EJDER'İN KOYNUNDA - HÜRRİYET TV
* * *
Sonra bir de fotoğraf gördüm...
3200 metre yükseklikte, bir dağın tepesine kurulmuş bir manastırdı.
Adı ‘Kaplan Yuvası’ydı. Bir estetik harikasıydı.
Yolu, 12 Eylül’ün karanlık günlerinde bana vaha gibi gelen, 30 yıldan beri seyretmeye doyamadığım ‘Indiana Jones’ filmlerinde görülebilecek bir patikaydı.
O an karar verdim.
Yine 12 Eylül modundaydım.
Yerel adı ‘Druk Yul’ olan bu ülkenin resmi adı ‘Butan’dı ve oraya kaçacaktım.
* * *
Şimdi koltuğunuza rahatça oturun, sizi olağanüstü bir ülkeye götüreceğim.
Alçaklardan kurtulup yükseklere çıkacaksınız...
Dini ve inancı, insanların hayatını zehir eden, cendereye çeviren bir sistem olmaktan çıkarıp huzur veren renkli bir iç yolculuğa dönüştüren insanların yurduna gideceğiz...
Gayrisafi milli hasılalardan manevi hakkını alamayan bir milletin çocukları olarak biraz ‘Alis Harikalar Diyarında’ takılacağız.
* * *
Samimi bir uyarı:
Mutluluğu, bazı liderlerin yarattığı salı kâbuslarında bulan, öfke belagatinin hâlâ bir siyaset sanatı olduğuna inanan biriyseniz, boşuna zahmet etmeyin.
Bu yazı dizisi, mutluluğu gayri safi huzurlarda arayanlara yazılmıştır.
* * *
Son yıllarda bir kitap hepimizin kafasına üçlü bir güzergâhı taktı:
Elizabeth Gilbert’in ‘Ye, dua et, seviş...’ adlı kitabı...
Ben bu yolculuğa ortasından başlıyorum.
Bu birinci yolculuktan sonra, üçlemenin ilkine geçeceğim...
Yani ‘yeme’ kısmına...
Onun için de ‘yemeğin Kâbe’si’ne gideceğim.
Yemeğin felsefesini konuşacağım, daha çok dinleyeceğim.
* * *
Geriye bu olağanüstü hayat yolculuğunun üçüncüsü kalacak...
‘Sevmek...’ Allah bu konuda bana fazlasıyla, hatta ıstırap verecek kadar cömert davranmış.
Tabii bunun bir de ‘sevişmek’ kısmı var. Allah’ın insanlara verdiği en güzel duygu ve hazlardan biri...
O zaten bitmeyen bir yolculuk. Tabii ki onu yazmayacağım...
* * *
Ama siz isterseniz bu üçlemeyi tamamlayabilirsiniz.
Nasıl mı?
Hayal ederek...
İster kendi adınıza, ister benim adıma...
Benim adıma istediğiniz senaryoyu yazabilirsiniz... Hatta istediğiniz fantezileri de kurabilirsiniz...
İzin veriyorum...
Zaten beni biraz tanıyorsanız...
Fazla da yanılmazsınız...
Yine de dikkat edin.
Bir komşunuz ihbar edebilir, birileri, yükseklerdeki birileri öfkelenebilir...
Kamerayı kapatın çünkü rahip gizli dolabın kapağını açıyor
Başrahip, yemekten sonra biri hariç çocukları yatmaya gönderiyor ve bize dönüp, “Şimdi size çok önemli bir şey göstereceğim” diyor.
“Ama fotoğraf çekmeyeceksiniz” diye ekliyor.
Hürriyet’in bir hafta boyunca kameralara yasak bütün kapıları açan gücü 3 yerde etkisiz kalıyor. Birisi burası. Bizimle kalan çocuk, akşam dua ettiğimiz yerin kapısındaki kilidi açıyor ve içeri giriyoruz.
Başrahip, Buda heykelinin bulunduğu yerin arkasına geçip üst üste konmuş hediyeleri tek tek kaldırınca, arkasındaki gizli dolabı fark ediyoruz.
Sanki bizi biraz daha meraklandırmak ve gizemli bir havaya sokmak istermiş gibi ağır hareketlerle elini dolaba sokup içinden bir şey çıkarıyor.
Elinde tuttuğu şey, kılıfa sokulmuş bir şemsiyeyi andırıyor.
Sapını tutup çekince, rulo hale getirilmiş, hayvan desenli bir bez çıkıyor.
Desenlerin arasında, kırmızı yuvarlak iri benekler var.
Başrahip, “Bu, bir kutsal emanet” deyip anlatıyor.
Budizm’in en önemli azizlerinden biri tarafından çizilmiş.
“Hayatın gerçeğini bulmak için çok çile çeken bir azizdi. Bu desenleri burnundan damlayan kanla çizdi” diyor.
Sırtımda bir ürperti hissediyorum.
Büyük bir kralın küçük bir ülkesi
Butan, Çin’le Hindistan arasında küçük bir ülke.
Yüzölçümü 47 bin kilometrekare.
Her yeri dağlarla kaplı. Ülkenin yüzde 66’sı orman.
Nüfusu 700 bin civarında.
Krallıkla yönetiliyor.
Halkın yüzde 75’i ‘Lama Budisti’, yüzde 25’i ise Hindistan ve Nepal Hindu’su.
Resmi adı ‘Butan Krallığı’.
Babası, daha 60’ına gelmeden yönetimi 33 yaşındaki oğluna bırakmış.
Halk, her ikisini de çok seviyor.
Ülkenin başbakanı ise seçimlerle iktidara gelen partinin başkanı.
Allah’ım Indiana Jones’un işi bile daha kolaydı
Himalayalar’ı geçip alçalmaya başlayan uçağın penceresinden baktığımda düşündüğüm ilk şey “Bir uçak buraya nasıl inebilir” sorusu oldu...
İki tarafı küçük Himalaya sayılabilecek yüksek dağlarla dolu vadinin ortasında, orta boy bir derenin akabileceği genişlikte bir koridor vardı ve havaalanı oraya kurulmuştu.
Herhalde kuranların başka çaresi de yoktu. Çünkü civarda havaalanı kurulacak bir düzlük de yoktu.
Havacılığın kuralı budur.
Tabiat izin vermiyorsa bile, becerikli pilotlar yolunu bulur.
Bir jet pilotunun, daha doğrusu bir jet uçağının yapabileceği sağlı sollu yatışlarla alçaldık...
Bu çılgın slalom sonunda, uçağın burnunun düzeldiği an, tekerlekleri yere değdi...
Butan sanki bana “Indiana Jones ülkesine hoş geldiniz” diyordu.
Küçücük bir havaalanı...
Ama 6 gün boyunca ülkenin futbol sahasının girişinde bile gördüğümüz harika mimari buraya da hâkim.
Bir havaalanı binasından çok manastıra giriyormuş gibi geliyor insana...
Uçaktan indiğimiz an, dev bir panoyla karşılaşıyoruz.
Genç ve güzel bir kadınla,
genç ve güzel bir erkek gülerek
size bakıyor.
Butan Kralı ile eşi size kraliyet karşılaması yapıyor...
Dağdaki esrarengiz kadın
Karşıdan gelen arabanın ışıkları, karanlığa alışmış gözlerimin içinde binlerce küçük noktaya dönüşürken, aklım hâlâ 4 saat önce indiğim havaalanındaydı.
O an fark ettiğim tek şey karşıdan gelen arabanın önümüzde durduğuydu.
Arabayı kullanan iriyarı, keçi sakallı adam kapıyı açıp indi.
Adı Tchering Kado. Aklınızda tutun, bu olağanüstü adamı size daha sonra anlatacağım.
* * *
Karşıdaki küçük arabanın da kapısı açıldı. İçinden güzel bir kadın indi...
iPhone’umun bana söylediğine göre, ıssız dağın 2876 metre yüksekliğinde bir yerdeydik.
Arabayı kullanan keçi sakallı adam, kadınla bir süre konuştuktan sonra dönüp tekrar motoru çalıştırdı.
Bize sadece “Bir tanıdığım” dedi.
Gecenin o saatinde, ıssız bir dağın tepesindeki bu güzel kadının kim olduğunu 2 gün sonra öğrenecek ve hayretler içinde kalacaktım...
Burası Butan’dı ve her gecenin ıssızlığından büyük bir sürpriz insanın önüne atlayabilirdi.
Benimse aklım hâlâ havaalanındaydı ve bu küçük yol sohbetini daha o an unutmuştum.
Mistik bir ‘new age’değil
KATI BİR KAÇIŞ
Arabamız, hafif sis bastırmış ormanın 3070 metre yükseklikteki tepesinde aniden karşımıza çıkan binanın önünde duruyor.
Kırmızı giysiler içinde iki Budist rahip kapıda bizi bekliyor.
Tam bugüne kadar filmlerde, fotoğraflarda gördüğüm gibi...
‘Budizm’ üstünkörü bildiğim bir din... Ama benim için çok sembolik bir cazibesi var.
Çünkü ‘Lotus’ çiçeği dini...
Yani kadınların en çok dövmesini yaptırdığı çiçeğin inancı...
İki rahip samimiyeti daha ilk anda yüzümüzü okşayan huzurlu bir gülüşle bizi selamlıyor.
Budizm’le ilk temasım, ilk izlenimim...
Bu ifade, bu yüz asla ‘ikiyüzlü’ olamaz...
Son 10 yıldır ruhuma tutku olarak işleyen duygulardan biri, bir Budist manastırına kapanmak ve o insanlarla birlikte yaşamaktı.
Hayır, mistik bir ‘new age’ din romantizmi, içimde kalmış bir ‘hippilik nostaljisi’ değil.
Bu yazı dizisinin her bölümünde kuvvetle hissedeceğiniz, muhtemelen bazılarınıza da sinmiş olan bir ‘kaçma’, ‘uzaklaşma’ duygusunun eseri.
Nedeni derseniz, açıkça yazayım.
Son 30 yılda giderek terör, mezhep kavgası, savaş, iç savaş ve şiddete karşı hiçbir şey yapamayan tektanrılı dinlerin bende yarattığı derin hayal kırıklığı...
Buna bir de ülkenizin giderek baskısını arttıran rejimini, hayatınızın her alanına her gün tasallut girişimini de eklerseniz...
İşte bu yüzden buradayım.
Budizm’in huzurlu dünyasına, Butan’ın başkenti Thimphu civarındaki ‘Talokha Manastırı’nda girecektim.
Perdeyle kapatılmış kapıdan küçük bir bölmeye giriyoruz. Orada ikinci bir perde daha var.
Kapılar genellikle alçak. Yani başınızı ve gövdenizi eğerek girebiliyorsunuz.
Bunun bir mantığı da şu olmalı: Buda’nın huzuruna giriyorsunuz ve eğilerek girmelisiniz...
İLK DEFA DİNİ KIYAFET GİYİYORUM
Manastırdaki ilk uzun gecem, rahiplerin kırmızı örtülerini giyinerek başlıyor.
Kolay olmuyor. İnce battaniyeyi andıran büyük şalı sarmayı öğrenmem zaman alıyor.
Sonra manastırın başrahibi ve yardımcısı ile Buda heykelinin önüne geçip ellerimizi birleştiriyor ve önce başımızdan yukarı, sonra ağzımızın üzerine, sonunda da kalbimizin üzerine koyuyor ve namaz kılar gibi 3 kere alnımızı yere değdiriyoruz.
Bu hareketten sonra öğrencilerin arasına oturup duaya başlıyorum.
Onlar Butan dilinde dua okurken ben Türkçe dua ediyorum.
Ellerin 3 hareketi ‘akıl’, ‘kutsal söz’, yani metinler ve ‘bedeni’ ifade ediyor.
İkinci bölümde ise kutsal metinleri okumaya başlıyorlar.
Her çocuğun önünde bizim Kuran cüzüne benzeyen, dikdörtgen 2 tahtanın arasına konmuş kutsal metinler var. Bana da bir tane veriyorlar, üzerindeki 3 kat örtüyü özenle açıp bakıyorum.
Metinler sayfa halinde ama kitap şeklinde değil. Papirüsü andıran kâğıtlar üzerine elle yazılmış metinler. Tek tek sayfalar üst üste konmuş.
Bu metinler 2400 yıldan beri hiç değişmemiş.
Dua okurken bedenlerinin ileri geri hareketi ve baş sallayışları, bizde Kuran kursuna giden çocukların hareketlerini hatırlatıyor.
İlk defa elle yemek yiyorum
Dua bittikten sonra hep birlikte dışarı çıkıyoruz.
Çocuklardan biri dua ettiğimiz binanın kapısını asma bir kilitle kilitliyor.
Birlikte yürüyerek, karşıdaki kulübe gibi bir odaya giriyoruz.
Ortada ateş yanıyor, yan tarafta basit bir masanın üzerinde büyük tencereler duruyor. Burası manastırın mutfağı. Abartmıyorum, ancak ortaçağda bir köy evinde bile görülmeyecek kadar ilkel bir mutfak.
Bütün yemekler burada odun ateşinin üzerinde pişiriliyor.
Hava soğuk, ellerimle ateşe doğru eğilirken başım bir şeye çarpıyor. Kafamı kaldırıp bakıyorum, bir inek kafası da bana bakıyor.
Yemekte kullanılmak için kurutuluyormuş.
Oradan yemek yenilen bomboş bir salona geçiyoruz.
Çocuklar bizden önce gelip yemeklerini almışlar ve dua salonundaki gibi iki tarafa bağdaş kurarak oturmuşlar.
Tabii ki ana yemek pirinç. Yanında yeşil ve kırmızı biberden yapılmış soslu bir yemek. Yak etinden bir yahni.
Bu defa rahipler beni yanlarına oturtuyorlar. Rahipler yemeği elle yiyor. Yemen’de elle yiyememiştim.
Nedense burada daha rahatım. Üç parmağımı birleştirip, pirinci elimde toplamaya çalışıyorum.
Kolay bir iş değil. Özellikle soslu yemeği yemek zor. O sırada gözüm çocuklara takılıyor ve şunu fark ediyorum:
Çocukların çoğu yemeği çatal bıçakla yiyor.
Hayatımın ilk elle yemek yeme girişimimin sonucu:
Meyve ve zeytin dışında bir şeyi elle yemem zor.
O gece elle yemek yiyorum ama şunu da anlıyorum; Budist olsam da asla yapamayacağım bir şey var:
Bir ayağımı, ötekinin üzerine atarak bağdaş kurmak. Çocukken yapamazdım. Gençliğimde yapamazdım.
Şimdi hiç yapamam.
YARIN
Bu adama dikkat edin
İlk gece dağa çıkarken karşılaştığımız kadının kim olduğunu öğrenince hayretler içinde kalıyoruz. Meğer o kadın kimmiş.
‘Parayla saadet olmaz’ felsefesini ispat etmeye çalışan devlet dairesinin kapısı Hürriyet’e açılıyor.
Uzmanlar ‘gayri safi mutluluk hasılasını’ nasıl hesaplıyor? Fert başına geliri 2 bin dolar olan insanlar 12 bin dolarlık Türklerden mutlu olabilir mi?
Butan’da elimiz kolumuz, her şeyimiz Bay Kato’nun evindeki küçük mabette, Budizm’e ilk adımımı kendimce çok önemli bir duayla atıyorum.
Buda’nın cenneti nerede, cehennemi nerede? Cennet nasıl bir yer ve oraya nasıl gidilir.
Paylaş