Paylaş
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın açıklamaları makuldü, ortamı sakinleştirecek nitelikteydi, hukuki çerçevedeydi, “evleri” denetlemek konusunda “Yetkimiz yok” diyordu.
Başbakan Başdanışmanı Yalçın Akdoğan da konuya açıklık getirmek istemişti: Öğrenci evlerine değil, otel veya pansiyon gibi çalıştırılan, kız ve erkek gençlerin topluca kaldığı ruhsatsız mekânların denetlenmesiydi söz konusu olan.
Bunlar son derece normaldir. Gerilimi düşürecek açıklamalardır.
Bunları okuyunca ben de meselenin kapanacağını düşünmüştüm.
BİR MUHAFAZAKÂR OLARAK
Muhafazakâr değerleri benimseyen, aile kurumuna fevkalade değer veren bir yazar olarak ben de kız ve erkek öğrenciler için devletin ayrı yurtlar yapmasını destekliyorum. Zaten bütün kamu yurtları böyledir, belki birkaç özel istisnası vardır.
Karma eğitime şiddetle taraftarım, fakat bir kızım olsa üniversite öğrencisiyken bir apartman dairesinde erkek arkadaşlarıyla birlikte kalmasını hiç istemezdim.
Hukukçu olarak da biliyorum ki, herhangi bir ikamet mekânı, evrensel hukuktaki anlamlarıyla “kamu düzenine, genel ahlaka ve genel sağlığa” zararlı olmadıkça devlet karışamaz.
Oturduğu apartmanda gireni çıkanı belirsiz, gürültücü, düzensiz komşulardan herkes rahatsız olur. Fakat böyle konular ailelerin, bireylerin, apartman yönetimlerinin, “olay” haline gelmesi durumunda belediyenin, karakolun, nihayet mahkemenin halledeceği şeylerdir.
BÜYÜTMEDEN ÇÖZMEK
Muhafazakâr duyarlılığımın gereği olarak böyle konulara “Şüyuu vukuundan beter” diye bakarım. Siyasette doğal olan taraftarlık ve muhalefet duygularını böyle konulara sirayet ettirmenin doğru olmadığına inanırım. Bülent Arınç’ın ve ardından Yalçın Akdoğan’ın açıklamalarını bu bakımdan memnunlukla karşılamıştım.
Fakat Sayın Başbakan, meseleyi bilinen üslubuyla öyle bir ele aldı ki, tartışma yeniden alevlendi. Toplumumuzda mutlaka istisnai, mutlaka marjinal olan bir konu genel, ateşli, siyasi bir tartışmaya dönüştü.
Sadece Denizli’den söz ediliyor; bazı ailelerin, şikâyetleri söz konusu. Bu şikâyetlerin haklı olduğunu sanıyorum. Fakat büyütmeden, mahallinde çözülebilecek sorunlar koca bir siyasi tartışmaya dönüştü.
ÜÇ YIL ÖNCE
Başbakan’ın bir konuşması üzerine yaklaşık üç yıl önce şunları yazmıştım:
“‘Tıksırıncaya kadar içiyorlar’ üslubunun yerine, ‘İsteyen serbestçe içiyor, sorun yok’ gibi bir üslup daha şık olmaz mıydı?
Ortalık sakinleşirdi yine.
Erdoğan’ın duygularını anlıyorum, çok yakınında bulunduğum Özal’da da vardı bu duygu: Gece-gündüz çalışıyorum, şu kadar hizmet ediyorum, anlamıyorlar, engellemeye çalışıyorlar...
Ama adeta ‘Siyasetin kanunu’dur: İktidar süresi uzadıkça muhaliflerin tahammülü, iktidardakilerin hoşgörüsü azalır!
Başbakan... tahammül etmeli, yumuşak dil kullanmalıydı...
Duygusunu kontrol etmeli, tartışmayı kapatacak bir dil kullanmalıydı.
Peki, iktidar uzadıkça muhalif kitleler tahammülsüzleşmeye, iktidar da öfkelenmeye devam ederse nereye gideriz?!
Tarihe not düşmekten başka elimden bir şey gelmiyor: İtidal, hoşgörü, anlayış...” (Milliyet, 16 Ocak 2011)
Aynı satırları bugün de yazmış oluyorum.
DEVAM EDİYORUM
Hürriyet’te de şöyle yazmıştım:
“Dua ediyorum, Başbakan Erdoğan da gerilim yaratan sert ve azarlayıcı üslubu bırakır da seçim geceleri ‘balkon’da bıraktığı sıcak ve kapsayıcı üslubuna döner inşallah diye.” (5 Haziran 2013)
Biliyor musunuz, hâlâ aynı duayı yapıyorum.
Paylaş