Paylaş
Uçlarda yaşıyor.
Rol kesmiyor.
‘Mış’ gibi yapmıyor.
Gerçek bir ‘çatlak’.
O yüzden bu kadar iyi.
Gonca Vuslateri,
bence Türkiye’nin en iyi genç kuşak oyuncularından biri.
‘Yalan Dünya’daki Vasfiye Teyze’yle de kırıp geçiriyor herkesi. İnanılmaz renkli.
Onunla sohbet edip, ağzınızın açık kalmaması mümkün değil. Oradan buradan, yazarlardan, edebiyatçılardan, şairlerden, geçmişinden öyle şeyler anlatıyor ki, “Pes!” diyorsunuz, “Bu kadın nasıl 27 olabilir?”
Kendi içine bakıp, boğulacak kadar derin.
Çok etkilendim.
Hatta çarpıldım.
Dilan Bozyel, onu Galata sokaklarında görüntüledi, bizim için ‘Betty Blue’ pozları verdi, inanılmaz bir seksapel ama sadece çekim için, yoksa umurunda bile değil, normal hayatında ne topuklu giyiyor ne etek…
Sonra tekrar kendi oldu, Galata’da meydanda yerlere oturduk, farklı pozlar verdik, çok eğlendik.
Bir sürü duyguyu aynı anda yaşatan bir kadın.
Ama ‘overdoze.’
Çok alırsan, bünyen sarsılabilir!
Bu röportaj salı günü de devam edecek…
Ürkek, yalnız ve hüzünlü duruyorsun. Öyle misin?
- Öyleyim.
“Mezarlık seviyorum” ne demek?
- Mezarlıkları seviyorum çünkü kendimi orada iyi hissediyorum.
Bunları ilginç olmak için mi söylüyorsun?
- Yok ya. Seneler evvel, elimde Tezer Özlü’nün kitabı, Aşiyan’dayım. Hastalandığı bir bölüm var, hastaneye yatıyor. Fışkırarak ağlamaya başladım. Çünkü sözleri bana değdi. Hani Oscar Wilde okuduğunda “Dokun bana!” dersin ya, öyle. İleriyi de göremediğim bir dönem. Herkes “Yeteneklisin!” diyor ama bir çıkış bulamıyorum, çok gencim, çok parasızım. Tezer Özlü’ye, “Buraya gel ve bana bir şey söyle. En azından acıdan ölmeyeceğimi söyle!”
dedim. O sırada iki kız geldi yanıma, “Aşiyan Mezarlığı nerede?” diye sordular. “Arkası” dedim.
“Biz, Tezer Özlü’nün mezarına geldik de!” dediler. Tez hazırlıyorlarmış. Birden tüylerim diken diken oldu. “O da burada mı yatıyor?” dedim şok içinde…
Ve kızlardan sonra, sen ziyaretine gittin…
- Elbette. Ona, ‘Bir Kuşun Portresini Çizmek’ şiirini okudum. Sonra Münir Nurettin’e gittim, böyle başladı mezarlık maceram. Sık sık gider sevdiğim sanatçılarla, edebiyatçılarla sohbet ederim, “Biliyor musun ne oldu…” diye aşk acılarını anlatırım, bir de tabii salya sümük ağlarım. En son Paris’te gittim. 2012 yılbaşına, tek başıma mezarlıkta girdim.
Dalga geçiyorsun!
- Hayır. Elimde bir şişe şarap, Edith Piaf’ın mezarına gittim. Mehmet’ten (Turgut) ayrıldığım dönemdi. Koreliler ve Japon turistler uzaktan fotoğrafımı çektiler. Galiba Edith Piaf’ın akrabası olduğumu filan düşündüler. Hönkürerek ağlıyordum. Halimi gören güvenlik görevlileri, “Çıkın diyemeyiz ama kötü durumdasınız. Eve gideceğiniz zaman haber verin de sizi bırakalım” dediler düşün! Sonra bana acıdılar, geceyi orada geçirmeme izin verdiler.
Bu nasıl açıklanabilir?
- Her şeyi açıklayamıyorsun hayatta. Ama iyi de oldu, mezarlığı baştan başa gezdim. La Fontaine, Molière… Her birinin toprağına sarıldım. Mezarlıklar sahicidir. Dünyanın neresinde olursa olsun, orada, sadece birileri için dua edilir. Birlik ve teklik bilincine hizmet eden bir kutsallık ve saygı vardır. Bir de zannedilenin aksine, insanı, karanlık yanından çıkarır, aydınlığa taşır. Eve dönerken, içinden bir ses, “Hadi be yaşa!” der. En azından bana öyle oluyor…
Yeteneğinle ışık saçıyorsun. Ama ‘karanlık’ bir tarafın da var…
- Hep öyleydim. Yorucuyum ben. En çok da kendime. Sahafa gider, hoparlöre takılmayan, 2. Dünya Savaşı’ndan kalma Alman pikapları alırım. Hümeyra’yı tanırım, çok severim ama ille de evimde 45’liğini dinlemeliyim.
Anı yaşıyor gibi duruyorsun, yarının yok mu senin?
- Bende şu an ve geçmiş baskın. Özellikle de geçmiş. Yaşam enerjimi oradan alıyorum. Gelecek yok, yarın yok! Dünyada ölümden en çok korkan kızla konuşuyorsun şu anda...
Bir taraftan da, ‘hayatı lunapark gibi yaşamak’ istediğini söylüyorsun. İyi de, lunaparkın ışıkları söndüğünde ne oluyor?
- Karşında şimdi konuştuğun kız oturuyor! Buradan hep birlikte mezarlığa gidiyoruz! Şarabımızı da unutmayalım…
Bu kadın olmak, hırpalamıyor mu seni?
- Hırpalamak mı? Durumumu izah etmeye yeterli bir fiil değil. Hep psikoloğum oldu benim. Dönem dönem dişlerimi sıktım. Ama o da normal ölçülerde değil, kıracak kadar. Hiçbir şey hayatımda normal ölçüde değil. Dişlerimi sıkmazsam öleceğim, nefes alamayacağım gibi geliyordu. Ağzımdaki dişler kırılsın da rahatlayayım gibi bir durum vardı. Birkaç sene önce Göksel Bekmezci’de kalıyorum. Harbiye’de bir zemin katında yaşıyordu, apartmana girerken ve çıkarken hep bana, “Seni çok seviyorum, canım arkadaşım” diye seslenirdi. yedi senedir bu hiç değişmedi. Bir gün merdivenden çıkarken, “Göksel, bir süredir dişlerimi sıkmıyorum ama aslında çok sıkıyorum. Geçer mi?” dedim. Ama bakmıyorum ona, kendi kendime konuşuyorum zannediyorum. Meğer duyuyormuş. Demesin mi? “Bazen de sıkmadan geçmez!” İnanır mısın, o günden beri artık böyle bir sorunum kalmadı. Ben, hayatı gerçekleri kabul etmeden yaşayamıyorum. Kendimi de kabul etmem gerekiyor: Ben buyum, karanlıksam karanlık, aydınlıksam aydınlık. Kabul etmediğim ve bir başkasıymış gibi davrandığımda, vücudum kendini otomatik olarak parçalamaya başlıyor. Hayvanlardaki, ölü bebeği yok etme güdüsü gibi. Emiyor ve bünyeyi zehirliyor. Ben de doğuramadığım şeyi, emmeye çalışmaktan vazgeçtim çünkü bu beni yok ediyor.
YAPICI DELİ
Çok arkadaşın var mı?
- Var. Ama arada uzaklaşırlar benden. Gergin, fevri davranışlarım olur. Çok sorgularım, “Niye böyle? Niye? Niye?” diye çok sorarım. “Duy beni!” derim. Hep büyük duygular. Tabii insanları korkutmaya başlıyorum. Bir depresif, bir manik. Yüzde 100, manik halim korkunç. Çok ciddi bir iş toplantısında, beni dinlemelerini istediğim için olanca gücümle çığlık attım mesela. Ben bağırınca, rahatlıyor millet. Sonra bir gülme geliyor. Hiddetimin içinde bir mizah da var.
Bence hepimiz potansiyel bipolarız…
- Doğru, hepimizde bir manyaklık var. Teknoloji, ilerleyen çağ, eksilen samimiyet ve 30 bin şeye aynı anda yetişmeye çalışma, sıkışıp kalma ve tabii doğal sonucu depresyon! Bipolar bozukluk, manik depresiflik herkesin ağzında: “Bende ne varmış? Sende ne varmış?” Ama bir taraftan da delilik, edepsizlik, bizi yaratıcı kılan olgular. Kimse Edith Piaf’a, “Sen bipolarsın, düzelmelisin!” dedi mi? Hayır. O, öyle olduğu için bu kadar üretebildi...
Senin psikolojinden hiç şüphelenen oldu mu?
- Konservatuvara girdiğim ilk yıl, şüphelendiler ve bütünlemeye bırakıldım. Bir yıl okulun psikoloğuna gittim. Beni zaten, ‘Deli Gonca’ olarak bilirler. “Deli Goncam” derler. Allah’tan Müjdat Hoca, “Bu kız, çok yapıcı bir deli! Topluma faydalı bir deli! Bu kızın olması gerekir” dedi de, öyle mezun olabildim.
SUCUKLAR OLDUUUUUU
Aşk, senin için evcilleşmek mi?
- Evet. Acayip bir parti ve ihtiraslı bir öpüşme sonrası, “Benimle kal” diyen adam, sabah olunca karşısında, “Sucuklar olduuu” diyen bir kadın görüyor. Ya da, “Dün gece çok içtin, al sana enginar suyu, iyi gelir” diyen bir kadın. Bir adama bakmayı seviyorum. Çünkü kapıdan çıktığımızda, korkunç bir dünyaya giriyoruz. Korumak ve korunmak istiyorum…
AYAKKABISININ ALTINI YALADIM
Fotoğraflarda, çok kadınsı duruyorsun. Ama normal halin erkeksi. Kadınsılıkla bir sorunun mu var?
- Hep erkeklerle koşup, oynadım ben. Sapan, 9 taş, hayatıma çok erken girdi. İlk eteğimi, yıllar sonra giydim. Hâlâ topuklu çok nadir giyerim.
Ama minicik manevralarla, inanılmaz dişi oluyorsun…
- Böyle şeyler beni pek ilgilendirmiyor. Küçükken de odamda seksi kadın fotoğrafları olmazdı. Babaannemin, anneannemin fotoğrafları olurdu. Ben, kadının, gerçek enerjisinin 40’tan sonra başladığına inanıyorum. Kadınsılık meselesine gelince, çekimlerde kadınsı oluyorum. O yeter bana, daha fazlasını istemiyorum.
Oysa bütün erkekleri yere yapıştıracak kadar seksisin!
- Bir adamın, bir kadının sadece dış görünüşünü beğenmesi, bir kitabı, içeriğine bakmadan, birine hediye etmek gibi. Evde, o erkeğin yanında makyajımı çıkarmak için vicdan sahibi mi olmam gerekiyor?
Blog’unu okudum. Şaşırtıcı şiirlerin ve hikâyelerin var. Çocukken bir arkadaşının ayakkabısının altını yalamışsın mesela. Nedir bu?
- Merak. Nasıl bir histir, nasıl bir tattır? Çocukluktan beri acayip yerleri yalarım. Okula giderken de, sağı solu kesip, beton yalıyordum mesela. Dalları, çiçekleri filan da yalarım. Sürekli bir gözlem ve kişisel envantere kaydetme. Sonbaharda da ağaçların dallarına bakarım, bütün ağaçlar benim için Rus tiyatrosudur. Hepsi Çehov, Çehov bakar!
GÖNÜL AŞKINLA GÖZYAŞI DÖKMEKTEN USANDI ARTIK
Nasıl bir aile?
- Ben lojman çocuğuyum! Babam astsubaydı, hava operatörü. Çocukluğum, İncirlik’te lojmanda geçti. Annem, o düzenin ve lojmanın içinde tanınan, bilinen, renkli bir karakter. Enerjisi, esprileri, babamla gazinoda dans edişleri… Aşkları, zaten hep çok konuşulmuş. Babam, acayip yakışıklı bir adam. Elinden tutup yürüdüğüm ilk erkek. “Senin gibi yakışıklı bir insan olsun hayatımda!” diye dua etmişliğim vardır. Annemle, ihtiraslı bir ilişkileri olmuş. E haliyle, şahane tartışmışlar, şahane sevişmişler…
Annen, senin için ne ifade ediyor?
- Hayatta, en dibe vurduğun zaman, gördüğün bir fotoğraf vardır. Sana, o yardım edecektir. Ama aynı zamanda yüzleşmen gereken insandır. O işte, benim annem. Babam ise daha farklı. İçeride olan hiçbir bilgiyi dışarı sızdırmayan bir yüreğe sahip. Mesleği gibi…
AMA BENİ ANLAMAN LAZIM
Depresiflik tüm ailede var. Doktorla görüşen, ilaçlar alan bir aileyiz. Kırılganız. Bizim evde herkes, “Ama beni anlaman lazım!” diye dolaşır…
FİKRİ MERAK EDİLEN KADIN OLMAK İSTEDİM
Kaç yıl evli kalıyorlar?
- 17.
Babanla anı kurtarıyorsun, annenle bir yolculuğa çıkıyorsun. Ne demek bu?
- Evet. Annem çok okurdu. Okuma tutkusunu durduramazdı. Gece, ona ilginç gelen bir şey okuyor diyelim, biz uyuyoruz, odamıza dalar ve yüksek sesle anlatmaya başlardı. Biz onunla hep bir hayal dünyasına giderdik…
Babanla, ‘anı kurtarmak’…
- Babam, “Korkma!” dediğinde, korkum geçerdi. O yüzden babamla, hep anı kurtardım. En kötü günde, babamı aradım, “Baba açım”, “Baba iyi değilim”, “Baba işler iyi gitmiyor”…
Anlattığın, mutlu bir aile mi?
- Karmaşık bir aile. Babamla, annemin mutlu olduğu şeyler farklıydı. O yüzden da çok çatışma yaşandı. Hakikaten ağır dönemlerimiz oldu. “Gönül, aşkınla gözyaşı dökmekten usandı artık!” onların şarkısı!
Ablan Aslı peki?
- Kendimizi ifade ediş biçimlerimiz çok benzer. Aslı, muhteşem bir yazardır, müzisyendir, ‘Yolda’ diye bir grubu var. Eline aldığı her şeyi tıngırdatır, müthiş ut çalar. Perküsyonda şahanedir. Bir şarkı için keman alır, o şarkı için onu çalar. Eli, evrenle çok barışık bir kız.
Aile, komple yaratıcı, sen de çok iyi bir oyuncusun…
- Benim oyuncu olmama annem karar verdi, ben değil…
Nasıl yani?
- Hani küçükken, “Ne olacaksın büyüğünce?” diye sorarlar ya, daha o zamanlar annem, “Tiyatrocu olacağım de!” derdi. Hâlâ inanılmaz oyun seyreder, “Şu oyuncuyu biliyor musun, bir gün şu sahnede, şöyle bir şey oynamıştı” der. Hiç çocuk oyununa götürmedi bizi. Çocuk kitapları da okutmadı.
Hep ‘Fikri merak edilen biri olmak’ istemişsin…
- Annemle alakalı olabilir. Bunun açıklamasını yapamıyorum. Ama şu kareyi biliyorum: Ranzada yatıyorum, ablam üst katta, ben suntaya bakıyorum. Orta 1’im ve diyorum ki, “Allah’ım çok iyi oyuncu olayım. Bir şapkam olsun, kimse beni görmesin. Bir masada, insanlar bir şeyler konuşuyor olsun ve bana dönüp, ‘Gonca Hanım, peki siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?’ diye sorsun, fikrimi merak etsin…
TRAVMALARIM KRİSTAL BİR KUTUDA
Peki annen ve baban boşanınca ne oldu?
- Bir süre karşı komşularımızın alışverişleriyle doyduk. Annem, 11 yıl, Dünya Kardeşlik Birliği’ndeydi. Sağ olsunlar onlar da yardım etti.
Baba?
- Bir dönem, Yumurtalık’ta yaşadı kafasını dinledi. Sonra tekrar evlendi, yeniden başladı hayata. Tatlı bir eşi, huzurlu bir evliliği ve çok şeker Cem diye bir kardeşim var.
Annen? Küskün çiçek mi oldu?
- Yok, o da güzel aşklar yaşadı. Annem zaten aşk kadını. “Aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk” diyen biri. Bütün şarkıların ne demek istediğini anlatan, anlamadıysak, yedi kez dinleten çok acayip bir kadındır.
Dünya Kardeşlik Birliği ne oldu?
- Annem, 11 sene sonra, spritüel dünyadan emekli oldu! Baktı ki görünmeyen, eve ekmek getirmiyor ve biz çok açız, çalışmaya başladı. Kadıköy Evlendirme Dairesi’nde müdürlük, poliklinikte sekreterlik yaptı.
İstanbul maceranız peki…
- Teyzem, bizi yanına aldı. Hepimizin ergen problemleriyle uğraştı. Ben İstanbul’da liseye başladım. Derken Müjdat Gezen Sanat Merkezi’ne girdim. Ondan sonra da konservatuvara. Dört yıl okudum. O süreçte, parçalanmalaroldu hayatımızda. Müthiş parasızız, müthiş bir gerginlik var. Aynı çatı
altında olamayacağımızı anladık. Ben, kız arkadaşlarımla yaşamaya başladım. O zamandan beri de ailemden ayrı yaşıyorum.
Şu anda annenle ve babanla ilişkilerin nasıl?
- 27 yaşındayım. Ve travmalarımı, kristal bir kutunun içinde saklıyorum. Kutu, kristal olduğu için, sorunlar da mücevher gibi parlıyorlar! Hâlâ problemlerimiz var. Kırgınlıklarımız var. Ama herkes haklı…
RUH FAKİRLİĞİ EN NEFRET ETTİĞİM ŞEY
Aile senin için ne demek?
- Özlem.
30’a 3 kala kafa nerede?
- Çocuk yapmakta.
Evlilik?
- Bir arkadaşım arar mesela, “Boşanıyoruz!” der. Koşucuyu yalnızlığa hazırlamak gerekir ya, ona güç veririm. Ama telefonu kapatınca, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlarım. Ben yol arkadaşlığına, süreci paylaşmaya, hatta birlikte yaşlanmaya inanıyorum. İleri yaşlara kadar devam edecek bir birlikteliğim olursa, eşim bir başka aşk da yaşayabilir…
Şimdi?
- Şimdi 27 yaşındayım! Ağzını burnunu kırarım!
“Ruh yoksulluğu, en nefret ettiğim şey” diyorsun…
- Evet, çok hissettiğim bir şey bu. Ruhu yoksul insanı kim n’apsın?
Seviştikten sonra şiir yazıyorsun, öyle mi?
- Evet. Sevişmenin hayatımdaki yeri böyle bir şey. Ben sevişmekten, bir tek edebiyat çıkacağına inananlardanım. Somut olarak bir de çocuk çıkabilir ama o da edebi bir eser sayılabilir. Demek istediğim, sevişmek kıymetli bir şey. Ama yanlış anlama, karşındakinin karakterinden ziyade, sevişme kıymetli. Yanlış bir adamı seversin, ama hayatın boyunca en güzel seviştiğin ten, onunkidir. O hissiyatı başka kimseden alamazsın. Sevişmek, kimsenin giremeyeceği bir oda. Şiir, hakaretler, ilanı aşklar hep o odadan çıkar…
ELİNİN İÇİNDE UYUMAK İSTEDİĞİM ADAMDI
Mehmet Turgut sana deli gibi âşıktı. Çok güzel sözler ediyordunuz birbirinize. Bitince aşkınız, biz de hayal kırıklığına uğradık…
- Aşkımız bitti ama hâlâ birbirimize güzel sözler söylüyoruz. Birbirimizin güzeliyiz. İyi ki o kadar sevmişiz birbirimizi. İleride çocuğum bile olsa, Mehmet’in sırtına çıkacaktır. Hayatımın öyle bir yerde duruyor Mehmet.
“Elinin içinde uyumak istediğim adam” diyordun ona. Şiirsel bir tanımlama…
- Aile geçmişim inişli çıkışlı olduğu için, “Sana vardım” diye giriyorum bir insanın hayatına. O da yorgun bir çocuk görünce, babacan bir yürekle sevdi. Kendimi onda güvende hissettim. Ben korkuları olan bir kızım. Bazen karanlıktan bile korkarım. Karanlıkta ağlayan bir çocuğa bakar gibi baktı bana. Şu an gideyim ve “Nefes alamıyorum” diyeyim yine aynı konforu sunar bana.
N’oldu peki, yordun mu adamı?
- Olabilir. O da beni yormuştur. İkimiz de yüksek enerjiliyiz. İkimiz de düşlerimizle hareket ediyoruz. İkimizin de düşlerinin hiddeti fazla. Bazen gerçek olmayan bir konu hakkında evin içinde yedi saat konuşuyorduk. Her ilişki gibi bitti.
Biz de bir bitiş mizanseni yaptık, onu yaşadık. Kendi kendine can çekişip, sürünmesinden daha iyi.
Şimdi baktığımda görüyorum ki, hakikaten çok doğru bir zamanda bitirmişiz. Olan dostlarımıza oldu. Kafalarını çok şişirdik!
Geçenlerde, “Ne çektik beee!” diye bir kare koydu Twitter’a Mehmet. Bir an barıştınız sandım…
- Biz zaten görüşüyoruz. Gecenin bir yarısıydı, ben önden yürüyordum, “Dur, ışık çok iyi!” dedi. Ve o fotoğrafı çekti. Onun mesleğinin saati yok. Sonra da “Ne çektik beee!” diye yazmış!
Güzel bir fotoğraftı…
- Ben de hayran kaldım. Beni çektiği en güzel fotoğraf diyebilirim. Yaşayan bir kare çünkü…
Fotoğraflar: Dilan BOZYEL
Paylaş