Paylaş
Akaretler-Maçka bölgesine üç gece üst üste öyle yoğun bir gaz atıldı ki, uzun saatler göz gözü görmedi. Pencereler kapalı olmasına rağmen, biber gazı evlerin içine yerleşti. Pazar sabahı, bir saat yağmur yağdıktan sonra, ev biraz havalanır belki diye camı açtım, ne mümkün, hâlâ havada ağır biber gazı kokusu vardı.
Aynı gece, geç saatte, (belli ki eylem-şu-bu konusunda hiçbir şey bilmeyen, okuldan kaçmış havasında) 10-15 kişilik genç bir grup, polisten kaçarak çil yavrusu gibi etrafa dağıldı. Aralarından, sanki öğretmene yakalanmamak için “Ay geliyo ay geliyoo” diye çığlık atarak kaçışan 17-18 yaşlarında üç şortlu ve babet ayakkabılı kız, biraz geride kalıp, bir köşeye saklandılar. Derken sokağa 50-60 kişilik bir polis grubu girdi. Ve kızları görünce, ne yazık ki içlerinden iki kişi gidip hususi olarak kızlara biber gazı sıktı. Dayanamayıp, o gazın içerisinde pencereyi açıp polis grubuna “Yeter artık gaz atmayın yaa” diye seslendim. Çok genç bir polis kafasını kaldırıp, bu dumandan göremediği, sadece sesini duyduğu kadın siluetine “Kes lan vatan haini” diye bağırdı! Gülsem mi ağlasam mı? Ben? Vatan haini?
Kim bu kadar coşturmuştu o polisi ki, gaz atılmasına karşı çıkana bile ‘vatan haini’ gözüyle bakıyordu?
Muhtemelen normal bir günde yolda rastlaşsak, karşılıklı gülümseyeceğimiz, diziyle ilgili sohbet edeceğimiz, belki beraber resim çektireceğimiz gencecik bir polisti. Hatta belki o esnada o üç kız da sokaktan geçiyor olurdu. Polis onların telefonuyla bizi çekerdi, kızlar polisin telefonunu alıp delikanlıyla beni fotoğraflardı. Belki beşimiz ayaküstü sohbet eder, birbirimize Vasfiye Teyze şakaları yapardık filan…
Aynı vatanda aynı şeylere gülen ve ağlayan insanlar karşı karşıya gelmemeli. Ne o polis, ne kaçışan kızlar, ne de ben vatan hainiyiz.
Ama bizleri karşı karşıya getirmek, birbirimize karşı öfkelendirmek, şiddete, sopaya, “ver coşkuyu ver coşkuyu” yapmak var ya, işte hainlik o!
Özal ne yapardı?
Sokaktakilerin bir kısmı, en genç olanlar bilmiyor ama ben yaşadım Özal’lı yılları.
Birçok hatası olmuştur, eleştirilebilecek pek çok hareketi olmuştur muhakkak.
Ama onun rahat, birleştirici, sempatik söylemini fena halde özlediğimi itiraf etmeliyim.
Bence bu eylemler onun döneminde olsaydı, kendi seçmenine sanatçıları, gazetecileri, diğer siyasetçileri yuhalatmazdı. “Yol ver gidelim, Taksim’i ezelim” diye bağıran, muhtemelen AK Parti’ye oy verenleri de çok utandırmış marjinal grubu hemen susturup, “Ayıptır, sakın ha, böyle laf duymayayım, bu ülkede hepimiz kardeşiz” derdi.
Ve bence ‘Tonton’, bermuda şortunu çeker, Semra Hanım’ı alır, aniden Gezi Parkı’na giderdi!
Çimlerin üzerine bağdaş kurup oturur, oradan bir simit alıp yerken etrafına gençleri, sanatçıları toplayıp sohbet ederdi. Ne istediklerini sorardı. Muhtemelen de sonunda ayağa kalkıp, kameralar ve eylemciler karşısında, “Peki o halde, madem gençler böyle diyor, vazgeçtim kışladan, ben de burayı daha güzel bir park yapacağım, arada biz de geliriz değil mi Semra Hanım?” der, alkışlarla parktan ayrılırdı.
Oylarına oy, gönül puanlarına puan, borsaya yükseliş katarak, tansiyonu düşürerek, kutuplaştırmayarak, yüreklere su serperek...
Öyle böyle, ama tatlı adamdı.
Türkiye ikiye ayrılır!
Ama…
Şu etnik kökenden gelen / bu etnik kökenden gelenler diye değil.
AKP’ye oy verenler / vermeyenler diye değil.
Gezi Parkı’na gidenler / havaalanına gidenler diye değil.
Tencere tava çalanlar / çalmayanlar diye değil.
Namaz kılanlar / kılmayanlar diye değil.
İçenler ve içmeyenler diye değil.
Türkiye’de bu iki gruba ait insanların birbiriyle derdi, kavgası yoktur. Akrabadırlar, arkadaştırlar, komşudurlar, hatta belki evlidirler. Birlikte çay bahçesinde otururlar, maça giderler, ağaç dikerler, hatta birlikte kandil kutlarlar. Bu ülke zaten bu insanların el ele tutuşmasıyla kurulmuştur ve öyle yaşamayı hayal eder.
Türkiye, sadece ve sadece şöyle ikiye ayrılır: 1) Bu rengârenk barışçıl çoğunluk 2) Şiddetsever, öfkeli, kendi gibi olmayanın kafasına vuran, ‘ötekiler’ diye bağıran, kutuplaştıran, bölen, söven az sayıda agresif!
Uymayın kardeşim bu agresiflere! Uymayın ‘biz’ ve ‘onlar’ diye ikiye bölenlere! Uymayın bir grubu yüceltip öbürüne isim takanlara! Uymayın bizi yüzdelere ayıranlara! Biz hepimiz birbirimizi biliriz kardeşim.
Sağduyu ve birlik beraberlik çağrısı yapmak niye bana düştü bilmiyorum. Ben bir komedi yazarıyım yav.
Ama mesela başbakan filan olsam… Bunları söylerdim…
Ne kışlaymış arkadaş!
Topçu Kışlası’nın tarihi değeri vardır da şudur da budur da.
Olsa da olmasa da yapılacak bina o kışlanın çakması! Hadi daha kibarını söyleyeyim, replikası.
Bizim sette de İstiklal Caddesi’nin bir kopyası var! Şimdi biz Eyüp’e tarihi İstiklal Caddesi’ni mi yapmış oluyoruz? Yooo.
Yapmayıverin kardeşim. Bu kadar mı önemli?
O kışlanın tarihi var da bu parkın yok mu? 70 yıllık yer. Şehrin hafızası, anıları var orada. Bu son olaylarda da çevrecilik için, demokrasi ve hak-özgürlük talebi için ayrıca bir sembol oldu. Ben başbakan olsam, uyanıklık yapıp hemen sahiplenirim bu anıyı. Derim ki “Türkiye’de eskiden sokaklara dökülmek filan zordu, bakın refah ve demokrasiyi nerelere getirdik ki, Batı’daki gibi muhalif/demokratik/özgürlükçü eylemler oluyor. Biz kışla projesini bırakıp, demokrasinin geldiği seviyenin sembolü halini almış bu parkı daha da güzelleştirip ‘Gezi ve Özgürlük Parkı’ ismiyle halka açacağız.”
Ne kaybeder? Ne kazanır? Sizce?
DİKKAT: Hâlâ Twitter hesabım yok! Takipçi sayısı 500 bine ulaşmış hesap da diğerleri de çakmadır. Artık yasal işlemi başlatıyoruz. Şunları takip edip durmayın gözünüzü seveyim. Twitter hesabı açmaya karar verirsem, bu köşeden haberini vereceğim.
Paylaş