Paylaş
Pis denize, beton yola, üst üste alt alta apartmanlara bakıyorum...
Aynı Kuşdili çayırı gibi, güzelim Mühürdar sahilini de işgal etmiş İspark.
Oto mezarlığı görünümlü dev otoparkı seyrediyorum...
İstanbul’un en güzel sahilinin tadını otomobiller çıkarırken, “para getirme” özelliklerinden dolayı bu araziler nasıl da yeşil park olmazdı zaten, düşünüp, üzülüyorum.
İçim cız ederken soruyorum: Başka bir İstanbul mümkün müydü?
Hani fethettiğimiz için gurur duyduğumuz o güzel şehir var ya... Cennetten bir parça olabilecekken neden bu durumda?
“Allah vergisi” Boğaz da olmasa...
Bu şehrin içine etmek için mi çöreklenmişiz üzerine?
Denizlerine lağım akıtmak için, her bulduğu yeşil alanı imara açmak için, güzelim parklarını yok etmek için mi?
Şehirle ilgili gurur duyacak ne bıraktık? “Anıt AVM”ler mi? Plansız büyümüş, çarpık çurpuk, dünya çirkini binalardan oluşan beton denizleri mi?
Eskiden İstanbul’a “medeniyet görmek için” gelirmiş insanlar.
Örnek almak, ileriye gitmek, şehrin olanaklarından ve insanoğluna sunduk-larından feyz almak, öğrenmek için ziyaret ederlermiş.
Artık büyükşehrin, onu yeni tanıyacak olanlara öğreteceği bir şey yok.
Bu şehrin kültürüne, geçmişine ve dünya üzerindeki değerine direnenler sayesinde, artık üzerinde yaşadığımız yer, tanınmaz halde...
Peki nasıl bu hale geldik?
Yanıtı uzaklarda aramamalı: Kontrolsüz göçün rezil bir eğitim sistemiyle birleşmesiyle...
Yıllar, yıllar üstüne nüfusları katlanarak artan iki arada bir derede, sözde eğitimli cahiller ordusu sayesinde...
Kendi alışkanlıklarından vazgeçmemiş, şehri kendine uydurmak için neredeyse canını vermiş ama aklındaki örümcek ağlarını temizleyememişlerle.
Şehir hayatı dediğin yaşamak değil, “dikiş tutturmak” olunca, işte o zor bir hayat.
Çalışacaksın, çocukları okutacaksın, bir yandan küçüğüne şehir kültürü öğreteceksin, sen de bir bilenden öğreneceksin.
Buna direnç gösterdiğinde belki hayatın daha kolay olur.
Alışkanlıklarını, düşüncelerini, hayata bakışını değiştirmemekte ısrar edersen, kendi çevren içinde belki daha kolay yaşarsın.
Ama sokağa çıktığında iş değişir:
Sana benzemeyenleri yadırgarsın. Senin büyüdüğün gibi büyümemişleri, seninkine benzer yaşamsal alışkanlıklar edinmemişleri, senden değişik görünenleri, senin inandığına inanmayanları ahlaksız, günahkar sayarsın...
Bu anlayışla nesiller yetişti İstanbul’da. Kimileri burada doğdular ama İstanbul’u hiç anlamadılar.
Dürtüleri ve duygularıyla birlikte, insanlıklarını da bastırdılar. Başkalarını anlama becerisinden de yoksun kaldılar.
Korkutarak yönetme
İnsanlığını bastıranlar, içindeki boşluğu ancak hoyratlıkla doldururlar.
Şehre düşman kesilirler. Eskiye dair ne varsa, yıkıp yok etmelidirler...
Şehri, dünyayı, doğayı, kültürü kendi penceresinden görmek ve yorumlamakta ısrarcı olanlar, gün gelir, güzel bir şehrin karakterini veren ne varsa ortadan kaldırmaya başlar.
Hoyratlık, “imza atma” evresine ulaşır.
Devir, eskisini yok edip yenisini yapma devridir.
Öyle ya da böyle, şehir kendini hakim güce teslim etmek mecburiyetindedir.
İşte, böyle bir şeydir şehir insanı için “Kültürsüzlüğün kültürü”nden gücünü alan “Cahiliye Devri” içinde yaşamaya mecbur kalmak...
Korkutularak yönetilmeye alışmış, ince zevkten yoksun, insanı insan yapan özellikleri geçmiş nesillerde bırakmış bir toplum içinde biber gazı yiyerek boğulmak...
Paylaş