Paylaş
Anlayan anladı ama bir kez de açıkça yazayım: Eğitim, adı üstünde bilime değmek, bilimsel olmak zorunda. O zaman, eğitimin başarısını veya başarısızlığını da bilimsel yöntemlerle ölçebilmeli, yaptığımız ölçümlerden sonuçlar çıkarıp politikalarımızı veya önceliklerimizi buna göre belirlemeliyiz.Türkiye’de eğitimle ilgili ilk büyük gerçek, 12 yıllık eğitimden geçip üniversite kapısına dayanan gençliğin seviyesinin son derece düşük olduğu. Bu kadar düşük seviyeli bir eğitimden geçmiş bir gençlikle dünyayla rekabet etmek hiç kolay değil.
Bir başka büyük gerçek; tam da bu seviye düşüklüğü sebebiyle, eğitimin insanları eşitleştirici, toplumda var olan fırsat eşitsizliklerini giderici değil tam tersine eşitsizlikleri derinleştirici bir hale geldiği. Çok düşük seviyeli eğitimden geçen ezici çoğunluğa karşılık bazı özel okullara gidebilen minicik bir azınlık neredeyse dünya seviyesinde eğitim alıyor. Toplumsal eşitsizliklerin devlet eliyle derinleştirilmesi, hiç umulmadık, hiç beklenmedik ve son derece tatsız sonuçlara yol açabilir. Aslında açıyor da.
Üçüncü büyük gerçek, eğitimin içeriğine odaklanmanın vaktinin çoktan gelmiş olduğu. Bugüne kadar özellikle Milli Eğitim Bakanları, hep fiziki koşullara ağırlık verdiler, eğitimin fiziki şartlarını iyileştirmeye çalıştılar. Bunu da yapmak gerekiyordu; çocuklarımızı kalabalık sınıflardan kurtarmak, okulları çocuklarımızın mümkün olduğu kadar yakınına getirmek... Ama bu niceliksel sorunlar, eğitimin niteliğiyle ilgili sorunları maalesef geri plana itti. Bugün, artık kaçamayacağımız bir noktadayız; çünkü çocuklarımızın 12 yıllık eğitim sonrası gerçekte çok az şey öğrendikleri acı bir gerçek olarak karşımızda duruyor.
Tabii bir de üniversite eğitimi var. Eğitimin yanında üniversitenin esas fonksiyonu olan bilim üretilmesi var. Bu üretilen bilimin ürüne dönüşmesi, hepimizin hayatına olumlu anlamda katkı yapması meselesi var.
Hiçbir Milli Eğitim Bakanı, ‘Ben işin ilk 12 yılıyla ilgiliyim, sonrasına karışmam’ demez, diyemez. Ama öte yandan esasen Milli Eğitim Bakanı sonrasına da karışamaz; çünkü bizim siyasi sorumluluk taşımayan, kimseye hesap verme durumunda olmayan bir paralel ‘eğitim bakanlığı’mız daha var, adı YÖK olan.
Hükümetler o yüzden işin en sevdikleri kısmıyla ilgililer: Üniversitenin fiziki şartları, binaları, ödenekleri vs. Kimse üniversitenin içinde ne olup bitiyor, bilim üretiliyor mu, öğrenci dünyayla rekabet edecek seviyede bilim öğreniyor mu, merak etmiyor bile.
Türkiye’de ana okulundan üniversiteye kadar eğitimin özellikle üst yapısının baştan sona gözden geçirilmeye ihtiyacı var. Açık açık yazayım: Milli Eğitim Bakanlığı’nın fonksiyonunun yeni başta tanımlanması gerek.
Bu bakanlık o kadar devasa ve dolayısıyla o kadar hantal bir yapı ki, kelimelerle anlatmak imkansız. Ama şu örneği vermeden geçemeyeceğim: Bakanlık, ‘İşe eleman alacağım, öğretmen alacağım’ dediğinde 50 bin kişi birden alıyor.
Bizim her şeyi merkezden çözme arzumuzun sonuçlarından biri bu. Edirne’nin köyüne veya Iğdır şehir merkezine veya İstanbul’a veya Manisa’ya gidecek öğretmeni Ankara’dan yollamak.
Bakanlık en önce ‘Atama bakanlığı’ olmaktan çıkmalı. Ardından ‘Bina bakanlığı’ olmaktan da çıkmalı. Bakanlık, Türkiye’de eğitime, eğitim süreçlerine bütüncül bir bakışın geliştirilebildiği, eğitimin içeriğine odaklanmış bir yapıya kavuşturulmalı.
Bunları yapmak için bir ‘devrim’ gerekliyse o devrim yapılmalı.
Paylaş