Paylaş
Son olarak Fazıl Say’ın 10 ay hapse mahkum olmasıyla ifade özgürlüğü tartışması bir kez daha başladı. Başladı ama maalesef verimsiz bir noktadan başladı.
Aslında işin özü, bizim hukukumuza Avrupa Birliği uyum süresi sırasında giren ‘yakın-açık tehlike’ ölçütü.
Fazıl Say’ın mahkum edildiği ceza yasası maddesi de bu ölçütü içeriyor. Ama maalesef Say’ı mahkum eden mahkeme sanki önünde yazan yasa maddesinde böyle bir ölçüt yokmuş gibi davranabildi.
Mesele biraz da şu: Dine, kutsal duygulara hakaret, bir çeşit ‘nefret suçu.’ Öyle olduğu için ceza kanunu tarafından tanımlanıyor.
Burada, söylenen sözün veya yazılan yazının (bizim vakamızda atulan tweetin) ‘nefret suçu’ olup olmadığını tanımlamak önemli.
Bunun için de, yani söylenen bir sözün ‘nefret suçu’ oluşturup oluşturmadığını belirlemek için de yasa bir ölçüt getirmiş: Bu sözlerin söylenmesi toplumda şiddete yol açacak bir ‘yakın ve açık tehlike’ içeriyor mu, içertmiyor mu?
Yasa maddesini, yani TCK’nın 216. maddesinin 3. fıkrasını aynen yazayım: “Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılayan kişi, fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması halinde, altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”
İşte fıkrada geçen ‘fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması’ kalıbı, ‘yakın-açık tehlike’nin tanımı.
Dolayısıyla Fazıl Say’ı mahkum eden mahkemenin buna bakması gerekirdi. Bakmış olsaydı göreceği şey de belliydi; çünkü Fazıl Say tartışılan sözlerini edeli epey olduğu halde kamu barışının bu sebeple bozulduğuna tanık olmadık.
Ama buna rağmen mahkeme 10 aylık mahkumiyet kararını verdi; bana göre Fazıl Say’ın avukatları da ceza ertelemesini kabul ederek konunun Yargıtay’a taşınmasını engellerken büyük bir hukuki hata yaptılar. Çünkü İstanbul’daki yerel mahkemenin yasa maddesiyle ilgili yorumunun yanlış olduğuna bana göre kuşku yok.
Esasen İstanbul’daki mahkeme Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kendisine çizilmiş olan sınırı açık bir şekilde aştı, bir anlamda Meclis’e dönüp, ‘Sen istediğin yasayı çıkar, ben yine bildiğimi okurum’ demiş oldu.
Bu mahkemenin Türkiye’de yalnız olmadığını savcılıkların ve mahkemelerin yasaları aşırı ideolojik yorumlayarak Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde zor duruma düşmesine, vatandaşların ifade özgürlüğü başta olmak üzere özgürlüklerinin kısıtlanmasına yol açtığını hep biliyoruz.
Son örneğimiz ana dilde savunma konusu. Esasen bunun için ayrı bir yasa çıkarmaya da gerek yoktu ama Diyarbakır’daki mahkemenin KSK davasında durup dururken ana dilde savunmayı kısıtlaması ülke çapında bir krize dönüştü ve sonunda Meclis bu konuda yasa çıkarmak zorunda kaldı.
Fazıl Say vakasında da durum bu aslında. Meclis’in çizdiği yasal çerçevenin dışına çıkan ve suç olmayan bir şeyi cezalandıran bir mahkemeyle karşı karşıyayız. Ve maalesef hukuk yolu da tükendi. Yani mahkeme kararını düzeltmenin bir yolu yok artık.
Bu mahkemelerle Türkiye’de demokrasiyi kurmak pek kolay değil.
Suçu tekrar tekrar işleyenler
Fazıl Say’ın mahkum olmasına sebep olan cümlenin son birkaç gündür yazılı, sözlü ve internet medyasında yüzlerce defa tekrar edildiğini hatırlatmam gerek.
Bu sözleri tekraren sarfedenler arasında dindar hassasiyetlerin sözcüsü olma iddiasındaki kişiler de var; madem bu sözler dine yönelik bir hakaret en azından o kişilerin bu tekrardan kaçınması gerekmez miydi?
Madem bu sözler 10 ay hapsi gerektiren bir suçtur; bunları tekrar etmek suç değil midir?
Bazıları mahkeme kararını savunayım, Fazıl Say’ın hapse atılmasını haklı göstereyim derken kendilerini aynı duruma düşürmüş olmadı mı?
Paylaş