Paylaş
40 yıl sonra bir de baktık ki...
Askeri vesayet ortadan kalktı ama demokrasi ve özgürlükler rejiminin yerinde yeller esiyor.
*
30 yıldır aynı şeyi söylüyorduk:
“Generaller de yargılansın, dokunulmaz kimse kalmasın”.
30 yıl sonra bir de baktık ki...
Generaller yargılanabildi ama fikirlerin yargılanması hız kesmiyor.
*
30 yıldır aynı şeyi söylüyorduk:
“Hâkimler ve savcılar devlet ideolojisinden yana olmasınlar ki evrensel adalet tesis edilebilsin”.
30 yıl sonra bir de baktık ki:
Hâkimler ve savcılar devlet ideolojisini bir tarafa bıraktılar ama yepyeni bir ideolojiyi kendilerine bayrak edindiler.
*
30 yıldır aynı şeyi söylüyorduk:
“Yıkılsın bu statüko...”
30 yıl sonra bir de baktık ki:
O statüko yıkıldı ama yerine bu statüko kuruluverdi.
*
30 yıldır aynı şeyi söylüyorduk:
“Kürt sorunu çözülsün ki demokrasi ve özgürlükler artsın”.
30 yıl sonra bir de baktık ki...
Kürt sorunu çözülüyor ama demokrasi ve özgürlüğü takan yok.
Fatih Terim’e saygı duymak için 7 neden
BİR: Yenilmesini bildiği gibi zafer kazanmasını da biliyor.
İKİ: Yenilirken de, zafer kazanırken de gururundan zerre kadar ödün vermiyor.
ÜÇ: Bildiğini okuyor ve zaferi de, yenilgiyi de kendi hanesine yazdırıyor.
DÖRT: Teorinin defterini pratikte kazandığı zaferlerle dürüyor.
BEŞ: Burnundan kıl aldırmaz Avrupa’yı, burnundan kıl aldırmaz zaferlerle hasta ediyor.
ALTI: Yenilirken iyi yeniliyor, kazanırken iyi kazanıyor.
YEDİ: İnadı ve egosu yenilgilere neden olduğu gibi zaferlere de neden oluyor.
*
NOT: Yukarıdaki 7 madde, yıllar önce yazdığım “Fatih Terim’den Nefretimin 7 Nedeni” başlıklı yazı için bir “düzeltme yazısı” olarak da okunabilir.
‘Türbanlı penguen’ olayı
TİMAŞ Yayınları, iki yıl önce bir Amerikan çocuk kitabı yayınlamış.
Kitabın orijinalindeki metinlere ve görsellere sadık kalarak...
Orijinal görselleri gördüm:
Orada penguen ailesinin yaşlı kadın üyelerinden biri, herhalde farkı anlaşılsın diye, başında “başörtü”yle sembolize edilmiş, çocuk penguenin başında ise şapka var.
Yani TİMAŞ Yayınları, “Penguene bile türban taktırmak” gibi bir işgüzarlığa imza atmamış.
Fakat buna rağmen kitap, gazetelerde “Penguene başörtüsü taktırdılar” diye haber oldu.
*
Bu kıssadan çıkarılacak iki hisse var:
BİR: Saçmalıklar o kadar arttı ki artık her türlü saçmalık haberinin üzerine sorgulama yapılmaksızın balıklama atlanıyor.
İKİ: Duyarlılıklar o kadar arttı ki artık bir kesim, öbür kesimden her türlü saçmalığı yapmasını bekliyor.
Bir aceminin defile notları
ÖNCE durumumu anlatayım:
- Modadan hiç çakmam, tasarımdan hiç anlamam.
- Hayatımda hiç podyum görmedim.
-“Şeytan Marka Giyer” filmini izlerken bile feci sıkılanlardanım.
-“Defile” denilince aklıma sadece “tesettür defilesi” gelir, ona da kılımdır.
Yani kelimenin tam anlamıyla bir acemiyim.
Buna rağmen gaza gelip gittim “Fashion Week İstanbul” kapsamı içinde düzenlenen “Mehtap Elaidi Defilesi”ne...
Tuttuğum notları aktarıyorum:
*
- Bir defileyi izlemeden önce cümle içinde kullanmayı öğrenmeniz gereken sözcükler: “Sofistike”, “trend”, “minimalist”, “tarz”, “sıra dışı”, “şov”, “pastel renkler”, “doğallık”... Öğrendim de gittim.
- İki saatlik macera boyunca havada o kadar çok “sofistike” sözcüğü uçuştu ki, korkarım ömür boyu bu sözcüğü kullanmayacağım.
- İki saat boyunca tam 18 erkekte çiğ yeşil renk ayakkabı gördüm... Ne oluyor ya?
- Rüştü Reçber’in eşi Işıl Reçber, tam bir defile hastasıymış... Diyorlar ki “O gelmeden olay başlamaz”... Yani “Fashion Week” için bir tür “Işıl Rençber Bayramı” diyebiliriz.
- Işıl Hanım gelmedi ama biz “defile” için “Runway” adı verilen salona giriyoruz. (Ben defile diyorum ama işi bilenler “şov” diyor). Kocaman bir “Mehtap Eliadi” imzası duvarda. Ortam karanlık...
- Spotlar hazır, kameralar hazır, podyum hazır, gaz müziği hazır... Sanki az sonra bizi nirvanaya ulaştıracak bir ayin başlayacak gibi bir atmosfer.
- Hadise adlı şarkıcımız orada, yedi çocuğundan birini kaptığı gibi kendini olay yerine atan sosyetik mekâncı Ayşe Kucuroğlu orada, çılgın tasarımcı Deniz Berdan orada, muhafazakâr kadınların havalı dergisi “Âlâ” tam kadro orada, moda dünyasının yeni guruları moda blogger’ları en havalı halleriyle orada... Bir de kenarda ben varım, iyi mi?
- Müzikle birlikte spotlar açılıyor, ilk mankenlerimiz Batılıların “kedi yürüyüşü” tabir ettikleri bir yürüyüşle başlıyorlar önümüzden geçmeye.
- Bir acemi ne yapar? Önce mankenlerin yüzüne bakar... Sonra manken yüzlerindeki fena halde ciddiyeti fark edip bastıramadığı bir gülme krizine girer... Sonra etraftakilerin bu duruma hiç takılmadıklarını görüp gülmemeye çalışır... İşte böyle şeyler ve daha neler neler...
- Kıyafetlere gelelim: Ben “Bunları sokaktaki insan giyebilir mi kardeşim” türü bir tepkiye hazırlamışım kendimi... Fakat heyhat! Önümüzde sergilenen kıyafetlerin tümü, halalarımızın, teyzelerimizin giyebilecekleri türden kıyafetler. Bu işlerden çakan arkadaşa sordum hemen: “Ne iş?” Cevap verdi: “Bilmiyor musun? Artık hayata adapte edilebilir kıyafetler trend... Doğallık ön planda”. Bu bilmişlik karşısındaki tepkim şöyle oldu: “Biliyordum ama unutmuşum”.
- Defile bitti... Herkes “Nasıl buldunuz” diye sormaya başladı... İki saatlik deneyimin verdiği özgüvenle kendimi şu cümleleri sıralarken yakaladım: “Siyah, beyaz ve nar çiçeğinin birlikte yorumlanması gayet sofistike bir tarz yaratmış. Tasarımcımız boy ve dekoltede nispeten muhafazakâr ölçüler kullanmış ki bu da yeni Türkiye’ye sevimli bir selam olarak yorumlanabilir. Modern ve şehirli kadınlar için gayet uygun”.
- Sonuç? Söylediklerimden etkilenen bir modacı, “Artık sizi daha sık buralarda görmek isteriz Ahmet Bey” deyiverdi... Dudaklarıma ironik bir kıvrım kondurmakla yetindim.
*
NOT: Bu macerayı yaşamama ve moda dünyasına adapte olmama yardımcı olan “Nişantaşı Plus” dergisinden Gamze Alpar ve sempatik ekibine, verdiği bilgilerle olayı anlamama yardımcı olan Zaman gazetesi moda muhabiri Esra Keskin Demir’e ve bana kavramsal açılımlar sağlayan moda gazetecisi Büşra Erdoğan’a yürekten teşekkür.
Paylaş