Paylaş
Başkalarının ölümleri üzerine kurduğumuz bu hayatı...
Ne zaman anlıyoruz?
Bir çiçeğin soluşunu...
Bir yaprağın sessizce sararıp dökülüşünü...
Gürül gürül akan bir nehrin, cılız bir ölüme doğru çekilmesini.
Bir kuşun ölümü bize neyi hatırlatabilir ki?
Gündelik çekişmelerin, kıskançlıkların, acımasız rekabetin arasında tükettiğimiz hayatı...
Ne zaman ölümle karşılaşsak hayatın değerini sorgulamıyor muyuz?
Ki ancak böylece...
Ölümle tercüme ediyoruz hayatın anlamını.
Dün orada olan bugün yoktur.
Fikret için de böyle oldu...
Derin bir nefes alır gibi geldi ölüm haberi.
Sessizce çöküp kalmış olduğu yere.
Zaten yaşarken de pek konuşurken görmemiştim onu.
Bir kuyumcu sessizliğiyle çalışırdı bilgisayarın karşısında.
Yüzlerce kez karşılaşmıştık binada.
Ama hep bir göz mesafesinde kalmıştık.
Bir göz selamında...
Kısa süre önce aynı gazeteyi yapmaya başladık.
Ve son olarak attığımız bir manşeti göstermiştim ona.
Bir kelimeye müdahale etmişti.
En uzun konuşmamız olmuştu bu.
Hiç tanımadım, ama sessizliğini en çok ben anladım.
Mahrem bir sessizlikti.
Sanki içinden birileriyle sürekli konuştuğu için bize bir şey söylemeye ihtiyaç duymazdı.
Önceki gün ikinci kattaki masasında oturuyordu.
Akşamüzeri barda bir kadeh.
Dışarıda bir sigara...
Şimdi yok...
Böyle oluyor işte.
Bu hayatta tanımadıklarımızı tanıştırıyor ölüm bize.
Yemyeşil bir yaprağı düşünün...
Ulu bir ağacın dallarından aşağıdaki çamurla kaplı köklere bakan yemyeşil bir yaprak...
Gökyüzüne doğru uzanan o güzelliğiyle nasıl anlayabilir ki kökleri...
Ancak bir gün sararıp düştüğünde fark edecektir...
Aslında çamurla kaplı o köklerin kendisini besleyip yemyeşil yaptığını...
Ölüm de böyle bir şey olmalı işte.
Dostlarımızın ölümü anlatıyor bize hayatı.
Göz mesafesinde bile olsa, en yakınımızdakilerin ölümü anlatıyor...
Hayatı nasıl hoyratça savurduğumuzu.
Güle güle Fikret.
Nur içinde yat...
Paylaş