BAZI konular var, bir hayli dallı budaklı. Bunları konuşuyoruz, konuşuyoruz ama konuşmanın bir anında anlıyoruz ki karşımızdaki kişiyle aynı dilde konuşmuyoruz aslında. Dil aynı olmayınca da anlaşmaya imkan yok.
Arap-İsrail meselesi bunlardan biri. Son olarak İsrail’in Gazze’deki katliamıyla yeniden gündeme geldi bu konu; hepimizin duyguları ve öfkesi kabardı; başbakanımız dahil pek çok kişi bu kabarmadan hareketle duygu dolu konuşmalar yaptı, birilerine meydan okudu, uzun vadeli vaatlerde bulundu.
Bütün bunlar oldu tamam ama biz ne dedik, karşı taraf ne anladı? İki taraf aynı dilde konuşmadıkça, tehdidin de, meydan okumanın da, diplomatik çağrının da çok fazla anlamı yok. Siz tehdit ediyorsunuz, karşı taraf bunu anlamıyor. Veya siz barış öneriyorsunuz ama karşı taraf belki de bunu bir tehdit olarak algılıyor.
O yüzden, bu karmaşık meselelerde bazen en başa dönüp sorunun temelini konuşmakta ve bu temel üzerinde anlaşabilirsek geri kalan bütün konuşmaları o temele bina etmekte fayda var.
Uzun uzun tarihe girecek değilim, o yüzden ara aşamaları atlayıp temel soruna geliyorum: Temel mesele İsrail’in varlığıdır.
Burada ikiye ayrılınıyor:
‘İsrail varolmamalıdır’ deniyorsa, bunun anlamı savaştır. 1948’den bu yana pek çok Arap-İsrail savaşı yaşandı; İsrail varolmaya devam ediyor. Epey bir zamandan beri de savaş olmuyor.
Acaba epeydir savaş olmamasını Arapların İsrail’in varlığını kabul etmelerine mi yormalıyız yoksa yeni bir savaş için güç toplamaya çalışmalarına mı?
Bu savaşsız dönemde Mısır ve Ürdün gibi iki komşu Arap ülkesi daha önce savaştıkları İsrail’le barış anlaşmaları imzaladılar; yani İsrail’in varlığını kabul ettiler. Türkiye başından beri İsrail’in varlığını kabul ediyor, onunla son bir kaçyıldır düzeyi düşürülmüş de olsa diplomatik ilişkisini sürdürüyor.
Dediğim gibi İsrail’in varolmamasını savunmak da bir pozisyon ama ne Türkiye ne de önde gelen Arap ülkeleri bu pozisyonda. Yani İsrail’in varlığı tanınıyor.
Bu durumda geriye şu kalıyor: İsrail’in Filistinlilerin haklarını tanımasını, adil bir toprak ve nüfus paylaşımına dayalı bir Filistin devletinin kurulabilmesi, gelişebilmesi için İsrail’in diplomatik yollarla razı edilmesi.
İsrail’in razı edilemediğini, işgal ettiği toprakların hiç değilse bir bölümünden bile çekilmediğini ve hatta işgal ettiği topraklara yerleşimler kurarak ilhak politikasına da devam ettiğini hepimiz biliyoruz.
Bütün bu fenalıkları yaparken İsrail’in bir temel tezi var: Kendi varolma hakkı ve güvenliği.
Kendi güvenliğine halel getirdiğini düşündüğü en ufak şeyleri bile (bu bir terör saldırısı da olabilir, füze saldırısı da) İsrail’in kendi orantısız şiddeti için bir bahane olarak kullandığını hiç unutmamalıyız.
İsrail’e dönüp, ‘Biz senin bu topraklarda varolma hakkını kabul ediyor ve savunuyoruz ama sen de fazla paranoyakça hareket ediyorsun’ denmiyor. Onun yerine İsrail her bahane bulup Gazze’deki masum insanları öldürdükçe, ‘Ayağını denk al, hesabını doğru yap’ deniyor.
Bu ise İsrail’de ‘Etrafımız bizi yok etmeye çalışan düşmanlarla çevrili’ şeklinde algılanıyor.
Başa dönüyorum: İsrail’in yok edilmesi gerektiği şeklinde bir politika da olabilir. Örneğin İran bunu açık açık söylüyor. Örneğin Hamas, Filistin direnişinin bugüne kadarki sürükleyicisi El Fetih’ten farklı olarak İsrail’i tanımıyor, onunla El Fetih’in arasında yapılmış anlaşmaları da tanımıyor.
‘Adam gibi ölelim’ dediğinizde, bu sözler İsrail’de tek bir biçimde anlaşılır: Türkiye de artık İsrail’in varolmaması gerektiğini düşünen ama bunu her zaman açık açık söyleyemeyen ülkeler kervanına girdi.
Ülkeler aynı dilden konuşmadığı zaman böyle olur; sözlere ve davranışlara farklı farklı anlamlar yüklenmeye başlanır.