Karadeniz’de köylü, HES’lere karşı direnişte; Mersin, nükleer santral yüzünden kıyameti koparıyor; Hasankeyfliler baraj istemiyor; Turgutlu halkı, madenciler döner diye tedirgin. Dünya ortalaması yüzde 12 iken, Türkiye’de korunan alan oranı yüzde 4. Biz o yüzde 4’ü de afiyetle nakde çevirip yiyoruz. 10 yılda her yeri delik deşik ettik. “Kanunlar bu kadarına nasıl müsaade etti” diye merak ettim, avukat Ömer Aykul’un kapısını çaldım. Anlattıkları vahim. Şöyle özetleyeyim... Çevre ve Şehircilik adlı bir bakanlığımız var. İkisi bir arada abes. “Çevre” normu koyar, denetler, gerekirse cezalandırır. “Şehircilik”in derdi yatırımdır. Çevre Bakanlığı yatırımcı olmaz! Toprak Kanunu’nda toprağın kimi hallerde amaç dışı kullanılabileceğine dair bir madde var. ‘Amaç dışı’dan kasıt bina, tesis, yol, maden arama vs, tarım dışı ne varsa. Maden Kanunu pastanın süsü. Üstünde ne olduğu fark etmez, bir yerde maden varsa çıkarırsın. Sultanahmet Camisi’nin altında altın madeni mi var? Orada altını çıkarabilirsin. 2B, ormanı işgal etmiş, talan etmiş insanların cezalandırılması gerekirken ödüllendirilmesi kanunu. Yetmez, bir de 2A maddesi eklendi. Sözde orman olmayıp da tarım alanı olacak ve orman köylülerinin buraya yerleştirilmesine yönelik madde. Görünen o ki buralar orman köylüsüne tahsis edilerek bilahare de başkalarına devredilecek. HES’ler... Karadeniz’in kanayan yarası. Özünde iyi bir şeyi, ifrata kaçıp aynı akarsu üzerine tespih tanesi gibi dizince, akarsu akamıyor. Bir borudan diğer boruya gidiyor. Etrafta canlı cansız ne varsa yok oluyor. Su bir kültür de aynı zamanda. Kıyafetinden yemeğine, oyunundan davranışlarına etrafındakilerin suyla bütünleşmiş bir kültürleri var. HES’ler insanları geçmişlerinden koparıyor. Türkiye fazla fazla çimento üretip el âleme satarken, Avrupalı salak mı kendi ülkesinde çimento fabrikası açtırmıyor? Çünkü biliyor, istediğiniz kadar baca gazlarını önleyin, partiküller orada. Bu fabrikanın ihtiyacı olan taş için de yüzlerce hektar sahanın altı üstüne getiriliyor, göz alabildiğine coğrafya parçalanıyor. Doğal SİT’in tanımının değiştiğini biliyor muydunuz? “Bir yerin doğal SİT olması için jeolojik devirde oluşması gerekir” diye kanun hükmünde kararname çıkarıldı. Jeolojik devirden kasıt, dünyanın oluşumu. Yani, 7 bin yıllık İstanbul Boğazı bile doğal SİT değil. Belki Pamukkale ve Peribacaları. Afet Kanunumuz şöyle diyor: “Ben proje bölgesi ilan edersem, orman, kıyı, toprak, mera, hiçbirinin kanunu geçerli değildir. Benim keyfim geçerlidir.” Nükleer santral malumunuz, ülkeye son hediye. Bizim bile değil, yüzde 51’i Ruslar’da. “Nükleer santraldeki zenginleştirilmiş uranyumdan nükleer silah yaparız” diye heveslenenler var ya, kötü haber, sözleşmede “Türkiye’ye kalmayacak, ben alacağım” diye madde var. Etrafta bütün bunlar olup biterken kimse sesini çıkarmaz, ucu kendi malına dokunduğu anda yaygarayı basar. Bizde böyle. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” özdeyişinin bu topraklardan çıkması rastlantı değil. “Çünkü” diyor Aykul, “Bizde mal canın yongası. Hatta candan önde. Ceza kanunumuzda bile mala yönelik suçlar cana yönelik suçlardan daha ağır. Bu bizim kültürümüz.” Daha doğrusu kültürsüzlüğümüzün kültürü.