“TÜRKİYE, Avrupa Birliği ile ilişkilerinde taahhütlerini ve üyelik için öteki aday ülkelerin de yerine getirmesini istediği şartları bir an önce sağlayacak, gündemin yapay sorunlarla meşgul edilmesini önlemeye çalışacaktır.”
Bu taahhüdün nerede yer aldığını merak ederseniz söyleyeyim, AK Parti’nin 2001 yılında açıklanan parti programında.
* * *
Program, aynı zamanda “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi de dahil olmak üzere, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerin insan hakları alanında getirdiği standartların uygulamaya geçirileceğini” de vaat ediyor.
Bir diğer bölümde,
“AB üyelerinin uyması gereken asgari standartları gösteren Kopenhag Kriterleri’nin gerektirdiği değişikliklerin ulusal hukuk düzeninde mümkün olan en kısa sürede gerçekleştirileceği” belirtiliyor.
AK Parti kurucuları, başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere bu taahhütlere olabilecek en kuvvetli ifadelerle kendilerini bağladılar kamuoyu karşısında. Yola koyuluş döneminde neredeyse partinin siyasetteki varlık nedenlerinden biri bu taahhüt üzerinden tarif edilmiştir. Seçim bildirgelerinde de aynı hedef tekrarlanmıştır.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta meselenin yalnızca AB boyutu değildir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi standartlarının uygulanması, bu sözleşmenin idam cezasının kaldırılmasına ilişkin protokollerin de hayata geçirilmesi anlamına gelir. Türkiye Avrupa Konseyi’ne üye olduğuna göre, bu sözleşmenin hükümlerinin uygulanması, AB’den bağımsız olarak da zaten yerine getirilmesi gereken bir yükümlülüktür.
* * *
Her halükârda AB ve genel anlamda Avrupa doğrultusuna dönük kuvvetli bağlanış, AK Parti’nin kuruluş aşamasında kendisine belli bir ihtiyat payıyla yaklaşan içerideki ve dışarıdaki bütün şüpheci kesimlere karşı kullandığı en etkili silah olmuştur. Siyasal İslam soyağacının içinden çıkıp filizlenen AK Parti’nin niyetlerini sorgulayan herkesin karşısına “Görmüyor musunuz bu parti AB hedefine bağlı” tezi çıkmıştır.
AK Parti’nin Batı dünyasının, uluslararası finans sisteminin, Türk iş dünyasının, liberal kesimin ve sol entelijansiyanın bir kanadının desteğini yanında bulabilmesinde, AB bütün kapıları açan, meşruiyet getiren tılsımlı anahtar olmuştur.
Gerçekten de AK Parti iktidarının ilk döneminde bu yönde kuvvetli bir irade sergilediğini teslim etmeliyiz. Avrupa Konseyi’nin idam cezasının kaldırılmasına ilişkin ek protokollerin onaylanması, ulusal mevzuatın bu cezadan arındırılması hep 2003-2006 yılları aralığında olmuştur.
Gelgelelim AK Parti, bugün demirlediği limanda idam cezasının toplumda tartışılmasını talep ve teşvik etmektedir. Bu hususun Başbakan tarafından telaffuz edilmiş olması kendisinin 2001 yılında parti programının altında yer alan imzasına ters düşüyor.
* * * Sorunun aslında siyasetçinin imzasının inandırıcılığı meselesini fazlasıyla aşan, doğrudan demokrasinin üzerinde durduğu moral zemini ilgilendiren boyutları da var.
Demokrasiyi diğer rejimlerden ayıran önemli bir yönü, öngörülebilir olmasıdır. Siyasetçi, bazı taahhütlerde bulunarak toplumda bir beklenti yaratmakta, bu beklentiye giren vatandaşlar güvenerek siyasetçiyi iş başına getirmekte ve ona kullandığı iktidarın meşruiyetini bahşetmektedir. Bu yönüyle vatandaş ile seçmen arasında bir sözleşme akdedilmektedir. Sözleşme uyarınca siyasetçinin kendisini bağladığı temel tercihler konusunda bir değişikliğin söz konusu olmaması gerekir.
Dolayısıyla idam cezasıyla ilgili tartışma, bu ceza yeniden uygulamaya girdiği takdirde Türkiye’nin AB hedefinin askıya alınması anlamına geleceği için öngörülebilirlik sınırlarının dışına çıkan bir durum yaratıyor. Kontrat ihlal edilmiş oluyor.
Ayrıca, bu tartışma galiba “Dün dündür, bugün bugündür” deyişinin patentinin yalnızca bir tek siyasetçiye atfedilmesinin haksızlık olacağını da gösteriyor.