Paylaş
“Washington’da önemli değil acil olan sorun gündemi belirler. En acil mesele tabii ki Türkiye’nin de ciddi beklentiler içinde olduğu Suriye krizi. Fakat ne Obama ne de Romney, Suriye’de taşları yerinden oynatacak ciddi bir politika değişikliğine girmek niyetinde. Ortak kaygı Suriye’deki muhalefet içinde radikal İslamcı unsurlar. Aynı zamanda Washington, Sünni ve Müslüman Kardeşler hâkimiyetinde olan Suriye Ulusal Konseyi konusunda gittikçe daha olumsuz bir yaklaşıma giriyor. Yeni bir yapılanma arayışı Doha’da önümüzdeki günlerde devam edecek. Hillary Clinton’un bu yeni arayışlar konusunda ‘seçilecek lider kadrosu, tüm Suriyelilerin haklarını savunacak ve koruyacak kararlılıkta olan kişiler olmalı’ sözleri bu nedenle önemli. Bu arada askeri cephede yeni politikalar pek konuşulmuyor. Direnişi silahlandırmak veya uçuşa kapalı bölge yaratmak konusunda bir kararlılık olmadığı gibi tam tersine bu yönde atılacak adımlara gittikçe daha soğuk bakılıyor. Sonuç olarak seçim sonrasında Suriye’de yeni bir Amerika beklentisi içinde olanlar hayal kırıklığı yaşayacaklar.”
Benzeri yorumları dış politikayı ve Suriye krizini yakından takip eden bütün gazete yazarları yazıyorlar. Ben Taşpınar’ın yorumunu aktardım ki kendisi biliyorsunuz Başbakan’a ve Dışişleri Bakanı’na en yakın sayılması gereken gazetede yazıyor.
Artık tartışılmayacak şekilde ortaya çıkıyor ki Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun ve onun dolduruşuna gelen Başbakan’ın Suriye politikası tam anlamıyla iflas etti.
Türkiye’nin beklediği hiçbir şey olmayacak. Uçuşa yasaklı alan olmayacak, muhalif güçlere silah yardımı olmayacak, Dışişleri Bakanı’nın himayesinde kurulan Suriye Ulusal Konseyi’nin de günleri sayılı!
“Yaşasın, Suriye’de Müslüman Kardeşler iktidara gelecek” hezeyanının yarattığı körlük, Türkiye’nin Suriye politikasının iflası ile sonuçlandı.
Hesapta bölgesel güç olma peşindeydik, ama ne Dışişleri Bakanı ne de MİT Suriye’deki gerçek durumu değerlendirebildi.
Şimdi ayıkla pirincin taşını, ayıklayabilirsen!
Kimse sonuca inanmayacak
RAHMETLİ Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın cesedinde “zehir izi” bulunduğuna ilişkin haber hem savcılık tarafından hem de Adli Tıp tarafından yalanlandı.
Uzmanların açıklamalarından da öğrendik ki bulunduğu iddia edilen zehrin bu kadar süre vücutta kalabilmesi de mümkün değil, böyle bir zehirlenmeye uğrayan bir insanın durumunun daha ilk başta anlaşılmaması da mümkün değil.
Bu “atlatma haberi” yayımlayan gazetenin söz konusu zehir ile ilgili bu bilgiye ulaşması da son derece kolaydı. İnternette yapılacak bir aramayla bile haberin gerçeği yansıtmayabileceği kolayca ortaya çıkabilirdi.
Ama haber yayımlandı ve amacına da ulaştı.
Çünkü öyle bir ülkede yaşıyoruz ki “yetkili makamların” açıklamalarının doğru olabileceğine inananların sayısı, inanmayanların yanında devede kulak kalıyor.
Komplo teorilerine pabuç bırakmadıklarını bildiğim bazı insanlar bile şimdi “Zehir bulundu ama saklıyorlar” düşüncesine inanıyor.
Bunun için vatandaşları suçlayamam tabii.
Çünkü bizim kamu yönetimi geleneğimizde doğruyu söylememek, halktan gizlemek o kadar yaygın ve gelenekselleşmiş bir tutum ki vatandaşların şimdi bu açıklamaları da şüphe ile karşılaması normal.
Öyle görünüyor ki önümüzdeki on yıllar boyunca bu konuyu konuşmaya devam edeceğiz.
Muhalefet nerede?
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, AKP’nin Kızılcahamam’daki değerlendirme toplantısında Türkiye’de etkili bir muhalefetin olmamasından yakındı.
Hiç de haksız sayılmaz. Bu durumun aslında işlerine geldiğini de söyledi ki bunda da aynı şekilde çok haklı.
Emre Uslu, Van’daki deprem konutlarının tesliminin ardından Taraf’ta şunları yazdı:
“Bazı iddialar şöyle: ‘İhaleler çoğu zaman uygun olmasına karşın pazarlık usulü veya davetiye ile belli istekliler arasında yapılıyor. Fiyatlar genelde piyasa araştırması denen muhammen bedel tespitlerinin bedellerine yakın veriliyor. Asıl açık ihalelere bakıldığında aynı türden işler yüzde 40, 50 ile yapılıyor ve diğerlerinden de daha iyi yapılıyor. Bu ihaleler deprem öncesi hele deprem sonrası çıldırmış fiyatlara yapıldı. Kimi şirketler tanınmasın diye deprem sonrası 3–4 yeni firma kurmuşlar ki kestikleri faturalar ayyuka çıkmasın diye.”
“Örneğin bir firma bir kavşak inşaatını 15 milyon TL civarında mal ederken benzer bir kavşağı başka bir firma 50 milyon civarında bir maliyetle inşa edebiliyor. 15 milyon TL civarında kavşak inşa eden firma hâliyle ben 50 milyona iki kavşak inşa ederim iddiasını dile getiriyor.”
“Daha tuhaf iddialar da var. Örneğin bazı yöneticiler kendi arabasını devlete kiralayıp kendi biniyor ve bindiği araçtan bir de kira parası alıyor. Bunu yapan yöneticilerin, aylık maaşının 2000-3000 TL civarındayken aracını kendi makam arabası olarak devlete kiralayıp devletten de 5000-6000 TL’lik kira parası aldığı ifade ediliyor. Bir başka iddiaya göre olmayan fidanları sulamak için altı arasöz 600 bin TL’ye bir yıllığına kiralanmış.”
“Bir de Kamu İhale Kurumu’ndan çıkardığım bana çok pahalı gelen araç kiralama ihaleleri var. Örneğin, Karayolları 11. Bölge Müdürlüğü 2010 yılında 300 gün çalışacak ki adet binek araç için 132 bin TL kira bedeli ödemiş. Bu fiyat iki aracın satın alma fiyatından bile fazla.
Aynı yıl valilik bir başka binek araç ihalesi yapmış. Bu sefer başka bir firma 44 bin TL’ye ihaleyi kazanmış. İki traktörün bir yıllık kira bedelinin 124 bin TL olduğu tuhaf ihaleler var. Bir traktörün satın alma fiyatı 50 bin TL civarındayken bir yıllık kira bedelinin traktörün fiyatından fazla olması benim mantığıma çok yatmadı.”
İddialar böyle. Emre Uslu “vakit bulursa” devamını da yazacağını belirtiyor.
Bütün bunlar olup biterken Türkiye’de muhalefet neyle uğraşıyor?
Paylaş