Baba sana kayınpederim diyebilir miyim

Dünkü yazımda anlattığım İstanbul, Girit ve Eskişehir'de başlayan Mardin'den Aksaray'a geçen hayatların hikâyesinde son durak İzmir oldu. Bu kişilerin etrafında buluştuğu çocuk ise şu anda tartışmasız Türkiye'nin en çok okunan yazarı.

Haberin Devamı

SÜLEYMAN’la Nazlı işte böyle evlendiler. Aynı mahallede yaşıyorlardı, artık aynı çatı altında yaşamaya başlamışlardı.
Tabii onlarla birlikte aynı çatı altında yaşamaya başlayan genç bir kızla, bir delikanlı da vardı. Biri babasıyla, öteki annesiyle gelmişti.
Hayat Nadide Ulaş’la, Veli Özdil’i, işte böyle Yeşilçamvari bir göçün sonunda bir araya getirecekti.
Evde tuhaf bir durum vardı. Anneleriyle babaları evlenmişti. Yani onlar bir anlamda üvey kardeş olmuşlardı. Ama zamanla aralarında bir elektrik oluşmuştu.
Kader işini yarım bırakmamış ve bir süre sonra onlar da evlenmişti.
Gelenekler gelenektir. Yerine getirmek gerekir. Sıra kız istemeye gelmişti. Damat belliydi, kız belliydi./images/100/0x0/55eb3468f018fbb8f8b22715
İsteyecek kişi Süleyman’dı. Kızı isteyeceği insan ise karısıydı. Kendi karısından, kendi kızını, kendi oğluna isteyecekti.
Nazlı’nın durumu da farklı değildi. Kendi kocası, kendi kızını, kendi oğluna istiyordu.
Üvey kardeşlerin evliliği evin içinde böyle bir durum ortaya çıkarmıştı.
Kimdi bu evlenen oğlanla kız?
Bu iki insan, bugün Türkiye’nin tartışmasız en çok okunan yazarı olan Yılmaz Özdil’in annesi ve babasıydı.
Yılmaz Özdil, Güneri Cıvaoğlu’nun televizyon programına çıkacak ve onu o yapan mizah duygusuyla şöyle diyecekti:
“Biliyor musunuz, benim annemle babam kardeşti. Babamın kayınpederi aynı zamanda üvey babasıydı, annemin kayınpederi aynı zamanda üvey babasıydı.”
Sonra onların şaşkın bakışları altında, dünyanın en komik aile hikâyelerinden birini anlatacaktı.

Haberin Devamı

GİRİTLİLERİN SAVUNDUĞU ŞEHRE GİRİT’TEN BİR GELİN GELİYOR

İzmir’in Kahramanlar semti, fuarın kapısında başlayıp, İzmir-Denizli demiryolunda biten bir alana kurulmuştu. Eski adı ‘Murtakya’ydı ve 19’uncu yüzyılın ortalarında iskana açılmaya başlamıştı. Yerel tarihçilere göre, Kordon inşaatı başlayınca burada çalıştırılmak üzere Trakya ve adalardan getirilen işçiler buralara yerleştirilmişti.
Demiryolunun öteki tarafında ise halk arasında hâlâ ‘Tenekeli mahalle’ olarak bilinen Yeni Doğan Mahallesi başlıyordu.
Türkiye bu mahalleyi yıllar sonra Yılmaz Erdoğan’ın “Organize İşler” filmiyle tanıyacaktı.
Bu semte Kahramanlar adı ise orada oturan Giritli göçmenlerin Kurtuluş Savaşı’nda gösterdiği kahramanca mücadeleden dolayı verilmişti.
Veli Özdil’le Nadide evlenip Çimentepe’den ayrılınca, bu semte yerleşeceklerdi.
Yılmaz Özdil işte bu Kahramanlar Mahallesi’nin 1258 Numaralı Sokağı’nda, Giritli bir anneannenin torunu olarak doğacaktı.
Girit’teki bir savaş kaybedilmiş ama Giritlilerin kahramanca savaşıp kazandığı bu mahallede bir torun kazanılmıştı. Bu torun ileride Hasan Tahsin’in şehrinden çıkan en ünlü gazetecilerin arasına katılacaktı.
Onun biraz ilerisindeki 1423 Sokak ise benim doğduğum sokaktı.
Yılmaz Özdil, 4 yaşına gelinceye kadar Kahramanlar’daki bu evde oturacaklardı. Kahramanlar’ın iki katlı küçük evlerinin henüz kaybolmadığı yıllardı.
Yoksul ve mütevazı ailelerin mutlu çocuklarının mahallesiydi.

Haberin Devamı

Baba sana kayınpederim diyebilir miyim

KEDİLER VE ÇOCUKLAR MAHALLEYİ ZOR TERK EDER

Kediler ve küçük çocuklar için evini ve mahallesini terk etmek çok zor bir şeydir. Henüz 4 yaşında olmasaydı, Yılmaz için de Kahramanlar Mahallesi’ni terk etmek belki çok zor olacaktı. Ama o daha çok küçüktü ve henüz geride bırakacak kadar çok arkadaş biriktirmemişti.
Aile Hatay’a taşınırken, Türkiye’nin bir başka tarafında, İstanbul’da, fuarda çekilecek o üçlü fotoğraf karesi de tamamlanıyordu.
Alın yazısını fetihlerin, kazanılan sonra kaybedilen toprakların yazdığı bu üç kadını, bir başka alın yazısı yıllar sonra İzmir fuarında çekilen bu fotoğrafta bir araya getirecekti.
Ve o fotoğrafta görünmeyen bir çocuk vardı ki, hepsi onun etrafında birleşmişti.
Muazzez, Nazlı ve Nadide’nin hikâyesi, herhangi bir Osmanlı hikâyesiydi... Hüzünlüydü, ilginçti komikti...
Tıpkı bir Çağan Irmak filmi gibiydi...
Çocuk Esirgeme Kurumu yılları Muazzez için hüzünlü yıllardı. Yine de şanslıydı ve devlet, Osmanlı’nın geriye bıraktığı kayıp çocuklarına bakıyordu. Cumhuriyet onu okutmuş ve iyi bir hemşire olmuştu. Yine de zor yıllardı. Amerika’daki kadar olmasa da, derisinin siyah rengi yine de tuhaf bir farklılık duygusu olarak ona dönüyordu. Siyah olmanın zor olduğu yıllardı. Öksüz ve yetim bir siyah çocuk olmak daha zordu. Ama Muazzez ayaktaydı. Hayat devam ediyordu. Üstelik Zeynep Kamil Hastanesi’nde hemşire olarak bir iş de bulmuştu.
Çocuk Esirgeme Kurumu’nda büyümüş her çocuğun içinde çocuklar vardır. Yeni doğmuş çocuklar arasında geçen günler onda çocuk bakıcılığı duygusunu büyütüyordu. Türkiye’de burjuvazinin yavaş yavaş doğduğu yıllardı. Cumhuriyet, çalışan kadınlar kuşağı yaratıyordu. Çalışmayan kadınların yavaş yavaş yeni bir hayat tarzları oluşuyordu.
Yani modern dadıların doğduğu yıllardı. Muazzez’in içindeki çocuk sevgisi, yeni Türkiye’nin yeni gerçeği ile birleşince, artık mesleği de belli olmuştu. Çocuk bakıcısı olacaktı.
Ve kader onu da İzmir’e çağırıyordu. Modern kadınların şehrine...
O günlerde İzmir’den gelen bazı ailelerle tanışmıştı. Kader, onu da yavaş yavaş İzmir fuarında çekilecek o fotoğrafa çağırıyordu.
Sonunda İzmir’e geldi. İzmir’de bazı ailelerin çocuklarına bakıcılık yaptı. Sonunda Muazzez’in gelmesi ile fotoğrafın karesi tamamlanmıştı. Geriye güzel bir eylül günü İzmir fuarında bir seyyar fotoğrafçıya o pozu vermek kalmıştı.

Haberin Devamı

3 KADININ ETRAFINDA BİRLEŞTİĞİ O ÇOCUK YILMAZ ÖZDİL’Dİ

Üç kadının kaderi bir çocuğun etrafında birleşmişti. O çocuk, bugün Türkiye’nin tartışmasız en çok okunan yazarı Yılmaz Özdil’di. Nazlı onun anneannesiydi. Nadide annesiydi. Muazzez ise ölünceye kadar ona ikinci annelik yapacak olan dadısıydı.
Bu üç kadın artık hayatta değil. Fuarda çekilen fotoğraf ise Osmanlı’nın son dönemlerinin hüzünlü hikâyelerinden birinin hatırası olarak kaldı.
Ancak hikâyenin, bu kareye girmeyen insanları da vardır. O insanları da tanımadan bu hikâyeyi tamamlamak mümkün olmayacaktır.
O insanlar ailenin erkekleridir. Ailenin kadınları ilginç ve cesur insanlardı. Ama erkekleri de öyleydi. Her biri, erkeklik raconunun bilmediğimiz kanunlarını yazan insanlardı. O nedenle onları da tanımamız lazım.

Haberin Devamı

UZAKLARDA BİR ÇALIKUŞU ERKEĞİ SESSİZCE İZLİYOR

Sabri Ulaş karısının arkasından İzmir’e gitmemişti. Gitseydi belki bambaşka bir hayatı olacaktı. Ama dedim ya, Cumhuriyet’in erkek çalıkuşları neslindendi. Doğu’nun kalkınması lazımdı. Ülkenin demir ağlarla örülmesi, köylere yolların götürülmesi lazımdı.
Erkeklik adabından nasibini almamış biri, “İnsan karısını bırakır mı” da diyebilir? Öyle olsaydı bu dünyada Macellan’lar, Vasco da Gama’lar, Atatürk’ler çıkar mıydı?
Erkekliğin gösterileceği başka şeyler de vardır.
Sabri Ulaş İzmir’e gitmedi. Ama koruyuculuğunu hiçbir zaman onun üstünden eksik etmedi. Karısının İzmir’de oturduğu evin kirasını hep o ödedi. Nafakanın kanuni yük olarak kabul edilmediği yıllardı. Bir erkeğin, kendini bırakıp giden kadına bırakın yardım etmeyi, dünyayı dar etmesinin vacip sayıldığı yıllardı onlar.
O başka türlü bir erkekti. Yıllar geçti, başka meziyetlerini öğrendiler. Sabri, karısı evlendikten sonra da yardım etmeye devam etmişti. İşte öyle bir erkekti.
Sonra bir gün emekli oldu. Çalıkuşu görevi artık bitmişti. İşte o gün İzmir’e gitmeye karar verdi. Ve emeklilik yıllarını geçirmek için bildiği tek yer vardı.
Kızının Kahramanlar’daki evi.
Oraya yerleşti. Ölünceye kadar orada yaşadı. Hacca gitmişti. Hayatı boyunca bir erkeğin de “Çalıkuşu Feride” ruhunu taşıyabileceğini ispat etmişti.
İlgisini, ihtimamını, koruyuculuğunu eski karısının üzerinden hiç eksiltmemişti. Ama ne onu, ne de yeni eşini hiç rahatsız etmeden...

Haberin Devamı

ESKİ KARISININ VE EŞİNİN CENAZESİNİ SABRİ KALDIRIYOR

Emekliliğinde de aynı erkekti. Karısını ve yeni eşini ölünceye kadar bir daha hiç görmedi. Ama onlar ölünce, vefat ve defin işlemlerini hep o yaptırdı. Mevlitlerini de unutmadı.
Süleyman ise çok farklıydı... Gecelerin adamıydı.
Zaten sirozdan ölmüştü...
Osmanlı’nın hüzünlü yıllarından geriye kalan en ilginç ailelerinden biriydi. Yılmaz Özdil, ailesinin sevgi soyacağını şöyle anlatacaktı:
“Annem kendi öz babasından çok, Süleyman’ı severdi. Babam, kendi babasından çok Sabri’yi severdi...”
İstanbul, Girit ve Eskişehir’de başlayan, Mardin’den Aksaray’a geçen ve İzmir’de bir araya gelen hayatların hikâyesi işte böyleydi.
Hepsinin son durağı İzmir oldu....
Yılmaz Özdil’in iki dedesi ve anneannesi şimdi aynı kabristanda yatıyor....
Paşaköprüsü’nde...

Yazarın Tüm Yazıları