Paylaş
Henüz bir yaşında küçük bir kızdı.
O yıl başında Yerebatan Sarayı’nda bir hafız ilk Türkçe Kuran’ı okumuştu. Türkiye’nin ilk kadın hâkimi Mürüvvet Hanım, Adana Adliyesi’nde göreve başlamıştı. Keriman Halis önce Türkiye, sonra dünya güzeli seçilmişti.
Çocuk Esirgeme Kurumu’na bırakılan kız çocuğu ötekiler kadar şanslı değildi. Siyah bir çocuktu. Kim bilir Osmanlı’nın hangi fetihinden getirilmiş bir anneden ve babadan doğmuştu.
Kayıtlarda annesinin ve babasının adı var mı kimse bilmiyordu. Bilinen sadece onun adıydı:
Muazzez...
Öyle yıllardı ki, siyah insan görünce kulakların kırk kere çekildiği yıllardı. Deri renginin alın yazısına dönüştüğü yıllardı.
Ama Cumhuriyet gelmişti. Çocuk Esirgeme Kurumu o çocuğu cumhuriyetin okullarında okutacaktı.
Hemşire olacak ve yıllar sonra hayat onu İzmir’e götürecekti.
‘DEDEMİN İNSANLARI’NI GETİREN GEMİNİN BİR BAŞKA YOLCUSU
Aynı yıl Mardin’de bir başka kız daha doğdu. Adını Nadide koydular. 1932 yılı Mardin açısından herhangi bir yıl değildi. O yıldan hatırlanabilecek tek şey vardı.
Şehir o yıla kadar Süryanilerin Patriklik merkeziydi ve o yıl patriklik merkezi Suriye’ye taşınmıştı.
Nadide’nin hikâyesi de Osmanlı’nın bir başka coğrafyasında başlamıştı. Belki de bu hikâyenin asıl kahramanı ondan önce, annesi Nazlı’ydı ve işe oradan başlamak gerekirdi.
Nazlı Girit’te doğmuştu. Türkçeden önce Rumcayı öğrenmişti. Girit’i çok seviyordu. Zeytin ağaçlarının altında mutlu bir çocuktu. Sonra o kara günler geldi. Mübadele günleri. Her şeylerini bırakıp Anadolu’ya dönüyorlardı.
Yıllar sonra torunu, Çağan Irmak’ın “Dedemin İnsanları” filmini seyrederken, “Acaba anneannem de bu gemide olabilir miydi” diye soracaktı.
Her Girit göçmeninin torununun sorduğu soruyu yani...
Giritlilerin çoğu deniz kenarında kaldı. Nazlı’nın ailesi ise Anadolu’ya gitti. Çünkü devlet orada mübadillere biraz toprak ve bir de söz veriyordu:
“Beş yıl burada yaşarsanız bu toprak sizin olur”.
Toprağını kaybeden insanlar için “tapu” bir yerde kök salabilmenin senedidir.
Nazlı’nın ailesi, Gaziantep’e işte böyle gitti. Bir gün Mardin’de yolu bir erkekle kesişinceye kadar orada yaşadı.
Mutlu muydu? Denizlerden gelen bir kızın, karalarda mutlu olabilmesi elbette mümkün. Ama yine de bunu tek bilen ve saklayan insan oydu. Bilebildiğimiz tek şey, bir gün çok radikal bir kararla yeniden denizlere dönmesiydi. Nazlı’nın gerçek dünyasını ancak o zaman çözebilecektik.
ERKEK BİR ÇALIKUŞU DİYARBAKIR’A GELİYOR
Sabri Ulaş Çerkez bir ailenin çocuğuydu. Osmanlı geniş bir imparatorluğun adı idi. Hareketli, ıstıraplı ama heyecan verici bir coğrafyaydı Osmanlı. Kim bilir... Belki de ailesinin uzak kollarından biri de Ürdün’de kralın muhafız alayındaydı. Kader onun ailesine ise güzergâh olarak Anadolu’nun yollarını çizmişti.
Eskişehir’de doğmuştu. Bursa’da okumuştu. Karayolları’na girmiş 30 yıldan fazla Diyarbakır’da çalışmıştı. PKK yoktu, Cumhuriyet oraya yollar yapıyordu. Bingöl’den Hakkâri’ye bütün yollarda Cumhuriyetin bu erkek çalıkuşlarının emeği, alın teri, bilgisi, parmak ve ayak izleri vardı. Nitekim yıllar sonra, sırf bu hizmetlerinden dolayı Alanya’da bir parka “Ulaş Dinlenme Kampı” adı verilecekti.
O ismi fazlasıyla hak etmiş insanlardan biriydi. Ama o ondan da çok, insanlık şeref madalyasını hak edecek biriydi. Bir gün Antep’e gidecek, orada genç bir kızla tanışacaktı ve üç kadının İzmir fuarında çektireceği fotoğrafın karesi çizilmeye başlamıştı.
Sabri ile Nazlı Gaziantep’te tanışacak ve evleneceklerdi.
Tanıştıktan kısa süre sonra Mardin’de görevliyken bir kızları oldu. Adını Nadide koydular. Güzel bir evlilikti. O dönemlerde devlet memurluğu en iyi işti. Mutluydular.
Ama evin içinde bir hayalet dolaşıyordu. Bu, Girit’in hayaletiydi. Nazlı’nın ailesi Antep’te yaşıyordu, demir atmak istiyorlardı ama liman yoktu.
Deniz insanlarıydılar. Balık tutmayı unutamıyorlardı. Kalpleri hâlâ Akdeniz’de, Ege’de atıyordu. Evin resmi dili hâlâ Rumcaydı.
Ve bir gün geldi... O gün, annesi ve babası,“Biz dönüyoruz. Sen kocanla kal” dediler.
Ve gittiler...
NAZLI İÇİN ANTEP ARTIK YARISI BOŞALMIŞ BİR ŞEHİRDİ
Antep artık Nazlı için yarısı boşalmış bir şehirdi. Anne ve babası giderken, onun Ege’sini de götürmüştü. Bir tarafta ailesi, öteki tarafta ise sıla vardı. Hasreti her gün derinleşen bir sıla...
Gittiklerinin altı ayı dolmadan, kızı Nadide’yi de aldı ve İzmir’e gitti. Her Giritli, her Rodoslu Türk çocuğunun kalbinde bir İzmir vardır. Onunkinde fazlasıyla vardı. Görmediği bu şehir büyük bir ana rahmine dönüşmüştü. Hem kendini, hem de kızı Nadide’yi Girit’teki zeytin ağaçlarının güzelliğine davet eden bir vahaydı burası.
Bir haftalığına gelmişti. Bir ay geçti. Doyamadı. İki ay oldu.
İki ay daha geçti. Ve sonra öyle bir şey oldu ki, İzmir, o Giritli kadının son demirleme limanına dönüştü.
İşte o yüzden bir gün kocasına hayatının en önemli mektubunu yazdı.
Anadolu’da ayrılık hasretini en güzel anlatan dizelerden biri şudur:
“Bitsin artık bu ayrılığı kaldır. Ya sen gel, ya beni yanına aldır...”
İşte bu şiiri yazdı ama bir satırı eksikti. “Sadece sen gel” demişti.
Çünkü yeniden bulduğu denizi bir daha bırakamazdı.
Sabri de işini bırakamazdı. Türkiye’nin zor yıllarıydı ve iyi bir işi vardı. Dahası idealleri vardı. O, “Ördük ülkenin dört yanını demir ağlarla” kuşağının idealist çocuğuydu.
O Antep’ten gelemedi, Nazlı İzmir’den gidemedi. Boşandılar.
Randevusuna gelen sadece kader olacaktı ve kader Aksaray’ın Amarat Köyü’nden gelecekti.
ANADOLU’DA BİR ADAM ‘İZMİR’E GİDİYORUZ’ DİYOR
Anadolu’nun henüz kaplanlaşamadığı yıllardı.
Geride sadece kan ve gözyaşı ile dolu bir yarım yüzyıl vardı. Anadolu’nun erkekleri yarım yüzyıl boyunca sadece savaşa gitmişlerdi. Balkan Savaşı, ardından Birinci Dünya Savaşı, ardından Kurtuluş Savaşı.
Anadolu yorgundu ve bu savaşlar geriye insani bir enkaz bırakmıştı. Babalar çocuklarına sadece ruhsal bir harabeyi miras bırakabiliyordu.
O yüzden gözler deniz kenarındaydı. Kendisi geçmişin ağır enkazını miras olarak sırtında taşıyan bu nesil, çocuklarına deniz kenarlarının aydınlığında bir geleceği miras bırakmak istiyordu.
O adamın adı Süleyman’dı...
Süleyman, Aksaray’ın Amarat Köyü’nde dünyaya geldi. Amarat’ın şimdiki adı ise Yenikent’ti. O zamanlar bir köyde varlıklı olmak ne anlama gelirdi bilmek zor ama, köyün varlıklılarından sayılırlardı. Malları mülkleri vardı yani.
Genç yaşta Huriye adlı bir kızla evlendirdiler. Bir oğulları oldu. Adını Veli koydular. Öyle günlerdi ki sahillerin idealist çocukları Anadolu’ya, Anadolu’nun yırtmak isteyen çocukları ise Batı’ya giderdi.
Süleyman küçük bir beldedeki malla mülkle yetinecek insan değildi. Karısına “Hadi İzmir’e gidiyoruz” dedi. Huriye ise büyük şehirden korkan Anadolu kızıydı. “Ben gelmem” dedi, o ise “Ben kalamam” dedi.
Ve gitti.
Ama giderken yanına oğlunu da aldı... Karısından boşanmıştı.
Kendine ait malı mülkü ağabeyine satmıştı. Kader İzmir’de onu ancak filmlerde görülebilecek bir ilişkiler zincirine götürecekti...
Üç kadın ve iki erkeğin kaderleri, bugün Türkiye’nin çok iyi tanıdığı bir çocuğun etrafında birleşecekti.
İzmir günleri başlamıştı. Çimentepe’de bir ev kiralayıp yerleşmişlerdi. Türkiye’nin modern yüzü bir güneş gibi hayatlarını aydınlatıyordu. Komşuları iyi insanlardı. Her biri, Osmanlı’dan arta kalan birer miras gibi birbirine sığınmıştı. Mübadele İzmir’in iyi insanlarının bir bölümünü almış, yerinden kopan başka iyi insanları vermişti.
Süleyman’ın cebinde biraz parası vardı. Bir de küçük çapta bir yatırımcılık kabiliyeti. İzmir’in yükselen yıllarıydı. Taksicilik diye bir sektör doğuyordu. Bir taksi durağını satın almıştı. Hem de Kısmet Oteli’nin hemen karşısındaydı.
Yani İzmir burjuvazisinin her gece nabzının attığı yerde. Geceleri anne ve babaların eğlenmeye, akşamüzerleri de çocuklarının çay partilerine gittikleri bir otelin tam karşısına.
İşte o günlerde komşusunu tanıdı.
Adı Nazlı’ydı. Kırık dökük bir Türkçesi vardı. Ama kalbi hiç de kırık dökük değildi. İkisi de duldu ve onları hayata davet eden bir şehirde yaşıyorlardı.
Komşular da bu iki dul insanı birbirine yakıştırıyor, teşvik ediyordu.
Artık evlilik yolu açılıyordu...
Paylaş