Paylaş
Başbakan’ın ve onun ideolojisindeki kişilerin bu konuda son derece fütursuz olduklarını daha önceki tutumlarından da biliyoruz.
Öte yandan bu konudaki sorunumuz fikir ve ifade özgürlüğünü kullanırken, nefret suçunu işlemeye nerede başlandığı ile ilgilidir.
Her türlü fikir özgürce ifade edilebiliyor olmalıdır. Bunun olmadığı bir yerde demokrasiden söz edemeyiz.
Herhangi bir dini inanç ile ilgili olarak herkesin fikrini söyleme hakkı saklıdır.
Bir inancı yanlış buluyor olabilirsiniz. Size saçma geliyor da olabilir. Hatta bütün inançları da reddedebilirsiniz, ateist olarak da bu konuda söyleyeceğiniz sözler olabilir.
Sorun, bu fikirlerin nasıl ifade ediliyor olması ile ilgilidir.
Söylediğiniz sözler bir inanç grubunu aşağılıyor mu, onları ötekileştiriyor mu, insanları başka inançlardaki kişilere karşı kışkırtıyor mu, başka inançlara sahip insanların yaşam haklarını tehlikeye atıyor mu?
Sınır buradadır.
Avrupa Konseyi, bu konuda açık bir tanım yapıyor:
“Hoşgörüsüzlük temeline dayalı, yabancı düşmanlığını, ırkçı nefreti, antisemitizmi ve diğer nefret biçimlerini yayan, kışkırtan, öven ya da haklı gösteren her tür ifade biçimi!”
Elbette bir inanca sahipseniz, onun diğer inanç biçimlerinden üstün olduğunu düşünebilirsiniz. Öyle düşünmüyor olsanız, zaten o inancı da izlemezsiniz.
İnancınızı yaymak hakkına da sahipsinizdir. Müslümanların “tebliğ” sorumluluğunu da unutmayalım.
Sorun kendi inancını, diğer inançlardan üstün olarak görmekten daha çok bunu ifade etmekle ilgilidir.
Bu nedenle ben “başka inançlara hoşgörü” kavramının yerine “inançlara saygı” kavramının kullanılmasından yanayım.
İki temel prensibim var:
1– Varlığını kabul ediyorum, istediğin gibi yaşayabilme hakkına sahip olduğunu biliyorum, buna saygı duyuyorum!
2– İnancın yüzünden aşağılanmana, ayrımcılığa tabi tutulmana, kendini gizlemek zorunda bırakılmana karşı mücadele etmeye de kararlıyım!
Bu açıklamayı yapmamın nedeni, dünkü yazım üzerine aldığım bazı e– postalar oldu.
Başbakan Erdoğan’ın ve onun ideolojisindekilerin bunu kavramakta zorlanacaklarını da biliyorum.
Suya yazıyor olsam da yazacağım: Başbakan bir nefret suçu işledi, bizde bunun cezası ne yazık ki yok ama hiç olmazsa özür dilemesi gerekir. Kendisine gösterilmesini istediği saygıyı başkalarına göstermemek kabul edilemez.
Keşke hepimizde fazladan bir kromozom olsaydı
KENDİMİZİ “normal” olarak tanımlıyoruz. Çünkü bizlerde 46 kromozom var. Bazı insanlarda bizden bir fazla olabiliyor ve onları “anormal” diye tanımlamak gibi bir yanlışın da içindeyiz.
Eskiden bu bir tek kromozom farkına “mongol” denilirdi, şimdi “Down sendromlu” olarak tanımlıyoruz.
Geçenlerde Down sendromu için farkındalık yaratmayı hedefleyen bir yürüyüşe katıldım.
Dışarıdan bakınca hepsi birbirine benziyor, sanki ikiz kardeş gibiler.
Yüzlerinde mutlu bir ifade var, etraflarında olup bitenlere karşı sanki bir ilgileri yok gibi görünse de ilgililer, algıları açık.
Yaman Türkmen, AB ülkeleri içinde bu konuda farkındalık yaratmayı hedefleyen bir programda “+ 1” isimli bir proje sundu.
Bununla ilgili İstanbul Akaretler’deki On Sanat Galerisi’nde bir de sergi açıldı, izlemenizi öneririm.
Yaman’dan öğrendiğim şu: “Çok mutlu görünüyorlar çünkü kötülük diye bir durumu bilmiyorlar. Planlayarak kötülük yapamıyorlar.”
Sanırım bu onların bizlerden fazla bir kromozoma daha sahip olmaları ile ilgili.
Biz eksik kromozom sahibi insanlar her türlü kötülüğü bilerek, isteyerek yapabiliyoruz. Ama onlar yapamıyorlar.
Bunu öğrendiğimden beri düşünmeden edemiyorum: Acaba hepimiz fazladan birer kromozom sahibi olabilseydik, daha mutlu ve daha iyi bir dünyada yaşama şansımız da olabilir miydi?
Down sendromlular, eğer çok iyi bakılmazlar ise uzun yaşayamıyorlar. Sanıyorum ki bu da içinde yaşamak zorunda kaldıkları dünyaya daha fazla tahammül edemediklerinden olsa gerek.
Ben bunu çok geç öğrendim, ama artık biliyorum. Sizler de öğrenmeye gayret ediniz.
Paylaş