Paylaş
Raporun özellikle siyasi kriterler bölümünün, AK Parti’nin 10 yıllık iktidar dönemi içindeki en eleştirel çıkışlardan birine sahne olacağı anlaşılıyor. Özellikle ifade ve basın özgürlüğü, yargının işleyişi ve işkence gibi alanlardaki sorunlara ilişkin raporda çekilen fotoğrafın, “ileri demokrasi” olma iddiasındaki AK Parti hükümetini ciddi derecede rahatsız edeceği tahmin edilebilir.
OLUMSUZLUKLAR DAHA BASKIN GÖZÜKÜYOR
Bu girişten belgede siyasi ölçütlerle ilgili her şeyin olumsuz olduğu gibi bir sonuç çıkartmayalım. AB kaynaklarına göre, pekâlâ bir dizi olumlu gelişmeden de söz ediliyor raporda. Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in mimarı olduğu Üçüncü Yargı Paketi, raporda Türkiye’ye AB karşısında en çok nefes aldıran adımların ilk sıralarında yer alıyor.
Bu kaynaklara göre, ikinci grupta “yetersizlik, eksiklik” gözlenen sorunlu konular yer alıyor. Ve üçüncü grupta ise “AB’yi ciddi derecede meşgul eden” uygulamalar sıralanıyor. Bu kategoride, geriye doğru gidişe işaret eden gelişmeler var.
Peki sonuçta bazıları ileri giden, bazıları yerinde sayan ve bir bölümü ise aşağı doğru giden yönelişleri bir araya getirip hepsini birbirinden toplayıp çıkarttığınızda geriye kalan net sonuç nedir?
Bu net sonuç, Türkiye’yi tam üyeliğe giden yolun zorunlu koşulu olan Kopenhag siyasi kriterlerinin yakınına mı taşımıştır? Yoksa bir uzaklaşma mı söz konusudur?
Galiba ilk kez toplu bir muhasebede olumsuzlukların olumlu unsurlara baskın çıktığı bir dönemden söz ediyoruz.
AVRUPALI LİDERLERİN ‘KÜÇÜK’ DÜŞÜNCELERİ
Bu tablo bizi son derece düşündürücü bir açmazla karşı karşıya bırakıyor. Türkiye’nin 1999 yılının sonunda tam üye adayı ilan edilmesinden sonraki süreçte AB’nin etkisi, genellikle demokratikleşmeyi kuvvetlendirme, derinleştirme yönünde olmuş, Brüksel bu bağlamda dönüştürücü bir işlev görmüştür. Batılı ölçüleri benimseme anlamında Türk demokrasisi pek çok alanda güçlenerek çıkmıştır bu süreçten.
Oysa tam üyelik adaylığının 13’üncü yılı geride kalırken, AB ilk kez kendisine aday olan bir ülkede bu yoğunlukta olumsuzlukların varlığını rapor etmektedir.
Neresinden bakılırsa bakılsın, AB’nin etkisi, yumuşak gücü, dolayısıyla prestiji bakımından da sıkıntılı bir durum.
Bu noktaya gelinmiş olmasından dolayı tek başına Türk hükümeti sorumlu tutulamaz. Sorumluluk açısından AB liderlerinin günahları da saymakla bitmez. Türkiye’nin tam üyelik ideali, ne yazık ki, Avrupa’nın mevcut devlet adamı kadrolarının küçük düşüncelerine rehin düşmüş durumdadır bugün.
Avrupa’nın önde gelen liderleri bu perspektifi Türkiye’nin önünde canlı tutamayınca, aklı ve gönlü galiba başka diyarlarda olan AK Parti liderliğinin insiyaki olarak başka yönlere savrulmasının da önü açılmıştır.
BRÜKSEL’DEN SONRA MALAZGİRT KRİTERLERİ Mİ?
Sonuçta bugün AB hedefi, yürütme üzerinde belirleyici bir etkisi olmayan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül dışında sahipsiz kalmış gözüküyor. 2003-2005 arasında Brüksel kapılarını zorlayan AK Parti hükümeti, artık AB’den çok Malazgirt perspektifini kutsamaya yöneliyor.
Malazgirt, 1071’de Türklerin Anadolu’dan giriş yapıp Batı’ya doğru yöneldikleri yolculuğun kapısını açan önemli bir tarihi olaydı. Bugün ise Türklerin Avrupa’dan uzaklaşıp, artan ölçüde Ortadoğu’nun sorunlarının içine gömülmeye başlamasını simgeliyor.
Oysa Avrupa’ya dönük yön duygusunu kaybetmiş bir Türkiye, Ortadoğu’nun 21’inci yüzyılda da eksilmeyeceği anlaşılan çatışma ve istikrarsızlıkların serpintilerine, sarsıntılarına her zamankinden daha çok açık hale gelecektir. Bunu yaşıyoruz.
Ayrıca unutmayalım ki, Türkiye Avrupa’daki bütün ekonomik krize rağmen ihracatının neredeyse yarısını istikrarlı bir şekilde AB pazarına yapmaktadır. Yalnızca Türk halkının ekonomik refahı değil, demokratik istikrarın güvence altına alınması açısından da AB perspektifinin yeniden canlandırılması elzemdir.
Bunun yolu da önce AB ilerleme raporunun yüzümüze tuttuğu aynadaki gerçeklerle yüzleşmekten geçiyor.
Paylaş