Paylaş
Güneşli ve çok güzel bir gün...
Bild gazetesindeki yazılarımın yayınlandığı politika sayfasının editörüyle güzel bir sohbet yaptıktan sonra otele dönüyorum.
Keyfim yerinde...
Bir akşam sonra yıllardır beklediğim Radiohead konserine hazırlanıyorum.
Türkiye’nin hım hım gündeminden çook uzaklardayım.
Yoldan bir taksi çevirip biniyorum.
Ve o an kendimi Türkiye’nin acımasız havasında buluyorum.
Şimdi anlatacağım olayın kahramanı olan iki kişinin isimlerini vermeyeceğim.
Ama Türkiye Cumhuriyeti devletinden ilgilenen bir kişi çıkarsa...
İsimlerini vermeye hazırım.
Öyle büyük, çok ilginç, insana “Vay canına” dedirtecek bir şey değil.
Sıradan bir şey... Türkiye’de “hayatın şeylerinden” sayılacak bir şey...
* * *
Berlin’de bir taksiye binerseniz, şoförünün Türk çıkması hiç şaşırtıcı olmaz.
Türk, Türk’ü tanır.
Kürt’ü de tanır.
Daha bindiğim an şoförün Türkiye’den olduğunu anladım ve direkt Türkçe konuştum.
Altmış yaşındaymış. Muşluymuş.
1973’te Almanya’ya gelmiş.
Hikâyesi hemen her gün dinleyebileceğimiz hikâyelerden biri.
Rahmetli Erbakan’ı çok seviyormuş.
İki oğlu varmış...
Büyüğü Almanya’daymış.
Ya küçüğü....
“O nerede” diye sorunca, İşte o an, tipik bir Türkiye hikâyesi başlıyor.
* * *
Aynadan gördüğüm yüzüne tuhaf bir ifade oturuyor.
Biraz kızgınlık, daha çok üzüntü, en çok da çaresizlik...
Nasıl bir ifade midir bu?
Canım bilirsiniz işte, öyle bir ifade.
Bana gelince, iyi bir Beyaz Türk olarak kafam şöyle çalışıyor.
Muş’tan gelmiş...
Orası neresi? İşte orası...
Burası da Almanya; Rahatça soruyorum:
“Oğlan dağda mı...”
Bir an sessizlik oluyor... Yüzündeki o tuhaf ifadeye bir de hafif gülümseme ekleniyor.
“Vallahi diyeceğim ki, keşke dağda olsa...”
Sonra küçük oğlunun hikâyesini anlatmaya başlıyor.
* * *
Diyarbakır Hukuk Fakültesi’ni bitirmiş.
Bütün ideali savcı veya hâkim olmakmış.
Dört yıldır devletin imtihanlarına giriyormuş.
Ama çok iyi yaptığına inandığı halde, sözlü sınavlarda bir türlü kabul edilmiyormuş.
Babası, “Oğlum sen de git avukat ol” diyormuş.
“Hayır ben savcı veya hâkim olmak istiyorum” diyormuş.
* * *
Burası Almanya ya, ben serbestçe konuşmaya devam ediyorum.
“Oğlanın çarpık çurpuk işleri var mı” diyorum.
“Nasıl yani” diyor.
“Yani örgüte falan bulaşmış mı?”
Bana çok samimi cevaplar veriyor:
“Benim bildiğim öyle bir işi yok. Ama geçmişte bir savcı taktı. Bir şeyler iddia etti ama çıkmadı” diyor.
“İstersen bunu yazayım. Ama böyle bir ilişkisi varsa onu da yazalım ki, ileride bir güven sorunu çıkmasın. Geçmişte olduysa bile devlet bu çocukları kazanmak istiyor” diye devam ediyorum.
“Benim bildiğim bu kadar” diyor.
* * *
Çocuğu şimdi Ankara’da oturuyormuş.
Çok üzülüyormuş. “Baba, benim sana bakmam gereken yaşa geldin, ama hâlâ sen bana bakıyorsun” diyormuş.
* * *
Her taksinin bir hikâyesi vardır.
Benim tesadüfen bindiğim taksinin hikâyesi de bu...
Hikâyeyi anlattım.
Bana rastlaması şansı mıdır, şanssızlığı mıdır bilmiyorum.
Güvendiğim tek şey, Ankara’da, hüzünlü bir Muş çocuğuna kulak verecek insanların bulunduğuna olan inancımdır.
İsimleri diyorsanız...
Bende saklı... İlgilenene veririm...
Paylaş