Paylaş
Yoksul dede, azmi ve çalışkanlığı sayesinde ülkenin mısır kralı oluyor.
Bu dünyadan da hem çok zengin hem de saygıdeğer bir adam olarak göçüp gidiyor.
Öldüğünde haftalar boyunca, insanlar ona veda etmek için evinin önünde uzun kuyruklar oluşturuyor. Bunlar, yaşamı süresince Lim’in dedesinin dokunduğu insanlar.
Lim ve kuzenleri büyürken çok ciddi eğitimler alıyor. Eğitimlerinin temelini aile servetini har vurup harman savurmamak oluşturuyor.
Onlardan makul yaşam tarzlarına sahip olmaları bekleniyor. Ama bunun yanı sıra bir de, dillendirilmeyen, içinde büyüdükleri değerler var.
Lim çocukluğu boyunca dedesi ile büyükannesinin çalışanlarına karşı nazik tavırlarına, onları ev bark sahibi yapmalarına, onlara yemek pişirmelerine, hastalandıklarında onlara bakmalarına şahit oluyor. Büyükannesinin sözleri hiç aklından çıkmıyor: “Buraya elimiz boş geldik ve şimdi her şeye sahibiz. İhtiyacımız olandan çok daha fazlasına... Geri vermeyi hep hatırlamalıyız.”
Lim’in zihninden 13 yaşından kalma bir hatıra silinmiyor...
Süpermarkete giriyor. Duvarda onlarca fotoğraf asılı. Hırsızlık yapmış insanların fotoğrafları. Önlerinde de çaldıkları ürünler...
Aralarından bir tanesinde uzun, siyah saçlı minyon bir kadın görülüyor. Yaşayan ölü gibi, zapzayıf. Ve önünde küçük çocuklara özel süt tozu kutusu... Lim’in kafası karışıyor; “Böylesine kârlı bir şirket nasıl olur da küçük bir çocuk için bir kutu sütü feda edemiyor” diye düşünüyor.
Lim, okyanus ötesinde doğuyor, tatillerini yurtdışında yapıyor, dünyanın dört bir yanındaki özel okullarda okuyor.
Ama kafayı eşitsizliğe takıyor.
Çocukluğunda çokça dinlediği “hayatta kalma, yoksulluk ve kendini feda etme” hikayeleri kafasının içinde dönüp duruyor.
Çin’e döndüğünde yetimlerle, evsizlerle, çocuklarının önüne zorlukla bir kap yemek koyanlarla tanışıyor. Onlara hayranlık duymayı öğreniyor. Zenginlerin servetlerini anavatanlarına getirmelerinin ve artırmanın yetmediğini düşünüyor. Ona göre, bu servetler ülkenin insanlarına hizmet etmeli.
Lim’in Şangay’da kadın ve çocuk kıyafetlerinin üretildiği bir tasarım stüdyosu var. Çalışanlar, temel sosyal haklardan mahrum kadınlar ve çocuklar. Çoğu buraya geldiklerinde okuma yazma bile bilmiyor, vasıfsızlar. Bazıları evsiz, bazılarının özel ihtiyaçları var.
Lim ve ekibi onlara vakitlerini ayırıyor, dikiş dikmeyi, kumaş kesmeyi ve insanların satın almayı isteyeceği ürünler yapmayı öğretiyor. Onlara düzenli bir gelir sağlanıyor ki geleceğe umutla bakabilsinler.
Lim, “Gelecek kuşaklar bizi neye göre yargılayacak?” diye soruyor; “Evsizleri doyurduk mu? Hastalara baktık mı? Yetimlerimiz metruk mu? Kadınlarımız kötüye mi kullanılıyor?”
Bizim siyasetçilerimizin ve sermayemizin de sıkça zikrettiği “büyüme” ve “ilerleme” kavramlarına toplumlarda şiddetle vurgu yapılırken “sosyal etki”nin pek telaffuz edilmeyişine sitem ediyor.
Bizim kuşak için yoksulluk “araya mesafe konan, rahatsız edici” bir gerçek.
Kimsenin değiştirmeye niyeti yok. Çünkü onu değiştirmek, bize ait olan bir şeylerden başkaları için vazgeçmek demek.
Lim, çocuklarının insafsızca mal mülk peşinde koşmalarını değil, ortak yarara hizmet etmelerini istiyor.
“Ne de olsa bir ülkenin büyüklüğü, parası ya da betonuyla değil, insanlarının kalbinin zenginliğiyle ölçülür” diyor.
Çin’de ya da Türkiye’de fark etmez... Bunu sıklıkla kendimize hatırlatmamız gerek.
Paylaş