Paylaş
Hayır, “terör örgütü yönetmek” iddiasıyla tutuklu yargılanan eski genelkurmay başkanından ve “bir kadının cilvesine kanıp gizli bilgileri sızdırmak” iddiasıyla tutuklu yargılanan deniz kuvvetlerinin kurmay başkanından söz etmiyor!
Derdi tahmin edebileceğiniz gibi medya ile. Şöyle diyor: “Diyorlar ki Başbakan medyaya çok saldırıyor. Ne yapacaktım? Okşayacak mıydım? Dertli olan biziz, canı yanan biziz.”
Başbakan’dan medyayı okşamasını elbette beklemiyoruz, beklememeliyiz.
Sevip okşadığı, uçağına bindirdiği yandaş medyanın hali ortada! Tirajlar yerlerde sürünüyor, haberler orasından burasından çekiştirilip yayınlanıyor, bazı haberler hiç gösterilmiyor. Aralarında, sonradan “meczup” diye tanımlanabilecek “kışkırmaya hazır” okuyucularına her gün değişik birisini hedef gösteren gazete de var. Hayır, bunu yapmasını istemeyiz, Başbakan medyayı okşamasın, okşadığı medya iyi sonuç vermiyor!
Başbakan’ın medya eleştirisi yapmaya da hakkı var, bu ülkede yaşayan herkes gibi.
Medyada her şey doğru gidiyor diye bir şey yok çünkü. Yanlışlar da var ve Başbakan da, sıradan vatandaşlar da okuyucu olarak böyle bir eleştiri yapma hakkına sahipler. Hatta bu hakka sahip olmakla kalmamalı, aktif olarak bu eleştirilerini yayın yönetmenlerine vs. ulaştırmalılar. Yadırgadığımız durum Başbakan’ın eleştiri sınırını geçip, gazete patronlarına “Onu kov, bunu kov” demesi. Gazete patronlarını korkutması, gazetecileri işsiz kalma korkusuyla ürkütmesi. Örneği bu köşeden vereyim ki kimseyi rahatsız etmeyelim.
Başbakan’ın bu köşe ile ilgili olarak şöyle bir eleştiri yapmaya hakkı vardır: “Çıkmış bir adam her pazartesi aynı yazıyı yazıyor. Senin başka bildiğin konu yok mu? Sorup duruyorsun, o ne oldu, bu ne oldu diye. O soruların yanıtlarını verebiliyor olsaydık şimdiye kadar çoktan yanıtlamaz mıydık?”
Ama şöyle bir yaklaşımda bulunması yakışık almaz: “Bunun patronunu da akıllı adam sanırdım. Adam her pazartesi aynı yazıyı yeniymiş gibi yutturuyor. Bunu nasıl tutuyorsun orada, parana yazık değil mi?”
Okşamak ile tehdit etmek arasındaki bir noktayı bulmak demokratik bir ülke siyasetçisi için en doğru yoldur. Bu hafta pazartesi sorularıma eşlik etmesi için seçtiğim şarkı ise “I can see clearly now”. Hepimizin ruhunu daraltan bu günlerde, güneşin bir gün yeniden parlayacağını ümit etmek herkese iyi gelecektir. Jimmy Cliff’in bu harika şarkısını dinleyenler Johnny Nash’den de dinleyebilirler.
Buyurun sorularımız burada:
1 – KPSS sorularını çalıp dağıtan çete neden hâlâ yakalanamadı? Başbakan emir vermişti, suçluların yakalanması için. Kimsenin Başbakan’ı taktığı yok mu?
2 – Bülent Arınç’a gerçekten suikast yapacaklar mıydı, yoksa bu o gün için uydurulmuş bir palavra mıydı?
3 – Suudi Arabistan Kralı’nın devlet büyüklerimizin eşlerine armağan ettiği mücevherler neden zamanında beyan edilmedi? Bu mücevherler şimdi kimin kasasında duruyor?
Ben “gri” bölgedeyim!
Balyoz Davası beklediğim gibi sonuçlandı. O mahkemeden başka bir sonuç çıkması beklenemezdi, çünkü siyasi bir yargılama yaptı. Gazetelere bakıyorum, memleketimiz bu konuda da ak ve kara olarak ikiye bölünmüş durumda.
Ben gri bölgedeyim, bunu baştan söyleyeyim.
Bir plan semineri yapıldığı, bu yapılırken emirlerin dışına çıkıldığı, oyuna gerçek kişi ve yer isimlerinin dahil edildiği, hükümete karşı eyleme dönüşecek planların konuşulduğu sır değil.
Ve elbette bunların cezai bir karşılığı da olmalıydı.
Sorun, bu plan seminerinin bir darbe teşebbüsü olup olmadığının tespiti ile ilgiliydi ki bu konuda mahkemenin yeterli bir yargılama yaptığını düşünmüyorum. Bazı delillerin düzmece olduğunu ilk önce savcı fark etmişti, ama bunu görmezden geldi, delilleri çürüten belgeleri dosyaya koymak yerine adli emanete kaldırdı.
Mahkeme iddianamenin kabulünden sonra bu durumu öğrenmesine rağmen tutuklu yargılamada ısrar etti. Deliller tek tek tartışılmadı, sanıklar kendilerini doğru dürüst savunma olanağından yoksun bırakıldı.
Kimse kusura bakmasın, buna adil yargılama diyemem.
Aslına bakarsanız bu yargılama bugüne ait değil, verilen cezalar bu subaylara verilmiş de değil. Türkiye’nin darbe geçmişi top yekûn yargılandı ve öyle görünüyor ki arada yaşlar da yandı.
Bu konuya yine döneceğiz nasıl olsa ama şunu sormadan da edemiyorum: İşi “yazıcılık” olan bir sivil memur, darbe planının nasıl önemli bir parçası olabiliyor?
Mahkemenin üyeleri acaba daha önce askerlik yapmışlar ve sivil yazıcıların ordu içindeki durumunu görmüşler midir?
Bay Somsak hesap verebiliyor
SOMSAK Kiatsuranont’u tanımazsınız, kendisi Taylandlı bir politikacı. Tayland parlamentosunun başkanı sıfatını da taşıyor. Bay Somsak’ı bugünlerde medyanın boy hedefi haline getiren konu, İngiltere’ye devlet kesesinden eğlenceli bir “eğitim ve inceleme gezisine” çıkmış olması. Bizim memlekette de örneklerine sıkça rastladığımız bir durum yani. Bütün geri kalmış memleketlerde olduğu gibi Bay Somsak da ülkesindeki medyanın yeterince eğitimli olmadığı kanısında. Bunun için bu eğitim ve inceleme gezisine ülkesinden 39 gazeteciyi de götürmüş. Gerçi listede gazeteci gibi görünen bazı kişilerin üniversitede hoca olup, Bay Somsak’a danışmanlık yaptığı da ortaya çıkmış ama olsun. Bay Somsak bu geziye eşi ve kızını da götürmüş. Bizdeki gibi yani! Muhalif gazetecilerin ağzı torba değil, büzülmüyor tabii, bizdekinden farklı olarak bu durum da sorgulanmış. Bay Somsak İngiltere’ye gidince “Bir de maç seyredelim” demiş, bunu organize edecek bir de sponsor bulunmuş. Bu gezi için 7 milyon Baht harcanmış ki bir dolar yaklaşık 30 Baht ediyor.
Bay Somsak, bu geziyle ilgili olarak her türlü soruyu yanıtlamaya hazır olduğunu da bildiriyor. Demokrasi de bu değil midir zaten? Hesap sorulabilirlik, hesap verebilirlik rejimi!
Sorulara şu sorularla karşılık verme rejimi değil: “Sen kim oluyorsun da bu soruyu soruyorsun? Senin o soruyu sorma hakkın var mı bakalım, bu hakkı sana kim verdi?”
Not: Bir toplantı için Bangkok’tayım, perşembe gününe kadar yazılarıma ara vereceğim, okuyucularımın bilgisine sunarım.
Paylaş