Paylaş
Geçen çarşamba günü, kendi alanının önemli akademik yayınlarından biri olan Food and Chemical Toxicology dergisinde çıkan makaleyle birlikte en azından biyo-genetik ve toksikoloji alanında çalışan bilim insanları arasında da ciddi bir tartışma başladı.
Kimileri, Fransa’da yapılan araştırmayı yetersiz ve eksik bulurken kimileri de GDO’lu ürünlerin satışının derhal durdurulmasını ve daha bu gıdaların insanlar üzerindeki uzun dönemli etkilerinin daha iyi araştırılmasını istedi.
Tabii bu tartışma esasen Avrupa’da yaşanıyor; Avrupa’da GDO’lu az sayıda tohumun ekilmesine izin veriliyor. Ki Monsanto’nun NK603’ü bunlardan biri. Ve yine Avrupa’da tüketiciye ulaşan nühai ürünlerde en fazla binde 9 oranında GDO ‘bulaşıklığı’na izin veriliyor.
Söz konusu tohumun patentinin sahibi olan Monsanto, bekleneceği gibi ürününün sağlıklı olduğunu söyledi ama sorun şu ki, Monsanto başta olmak üzere GDO’lu ürün patentine sahip firmalar, kendi ürettikleri bu tohumlar üzerinde bağımsız araştırmalar yapılmasını da patent yasalarına dayanarak engelliyorlar. Böyle bir araştırma bu yüzden ancak Avrupa’da, GDO konusunda daha kuşkucu olan eski kıtada yapılabiliyor.
Peki dünyada bütün bunlar olup biter, tartışmalar yapılırken bizde ne oluyor?
Esasen hiçbir şey olmuyor. Konunun ‘uzmanı’ sayılan akademisyenler, aynen benim okuduğum kaynaklardan olayları takip ediyor. Konunun sosyal mücadele anlamında tarafı olanlar veya fazla sesinin çıkmasına izin verilmese de GDO’yu gizli gizli savunanlar da aynı durumda.
Bilgi burada değil, orada... Bizde ise fanatizme varan taraftarlıklar, bilir bilmez konuşmalar, peşin peşin suçlamalar var sadece.
Çünkü Türkiye, GDO konusunda araştırma yapılmasını, Türk firmalarının kendi GDO’lu tohumlarını üretmek için çalışmasını yasayla yasaklamış bir ülke. Evet yanlış okumadınız, Türkiye’de biyo-genetiğin bu alanında üniversite labaratuvarında araştırma yapmak bile yasak. Yaparsanız da hapse girersiniz.
Oysa bilim tam da bunun için lazım bize ve dünyaya. Bakın, birileri oturdu bir tohum üretti, bu tohumdan yapılan mısırları da dünya onyıllardır tüketiyor, en çok da Amerika tüketiyor. Fransa’da başka birileri bu tohumun etkilerini araştırdı. Onların araştırmasını başkaları eleştirdi. Bilim böyle ilerler.
Bizse Türkiye’de bilim düşmanlığı sayesinde, kategorik olarak GDO’ya karşı çıkıp yasayla da araştırma yapmayı hapislik suç haline getiririz.
Aferin bize.
Alevifobisi ne suçu olsun peki?
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, haklı bir endişeyle, ırkçı, ayrımcı özellikler taşıyan İslamofobinin dünya çapında ‘nefret suçu’ kapsamına alınmasını istiyor. Dün bu konuyu biraz olsun yazmaya çalıştım. Bu isteği karşılanması zor ama haklı bir istek olarak görenlerdenim.
Ama ben o satırları yazarken farkında değildim, saatler sonra öğrendim, Malatya’da bir savcı da iddianamesini tamamlayıp mahkemeye göndermişti bile.
Eminim hatırlayanınız çıkacak; Ramazan ayında Malatya’da bir alevi aile ile Ramazan davulcusu arasında çıkan tartışmanın sonunda toplanan kalabalık Alevi aileyi lince kalkışmıştı. İşte savcının iddianamesi bu konudaydı.
Ve savcı, linç girişiminde bulunanları ‘tahrik olmuş kalabalıklar’ olarak gördü, esas suçu da Alevi ailenin işlediğine kanaat getirdi, iddianamesini bu yönde yazdı.
Gelin çıkın işin içinden. İslamofobi olmasın, bütün Müslümanlar potansiyel terörist olarak, potansiyel mücahid olarak damgalanmasın elbette.
Peki ama hemen akla geliyor: Alevifobi olsun mu? Bütün Aleviler dinsiz, inançsın ve Sünni inancına karşı saygısız sayılsın mı peşin peşin?
Sıvas’ta aydınları diri diri yakanlar da ‘ağır tahrik’ altında kalabalıklar değil miydi? Hala daha, ‘Onlar yanmadı boğuldu’ diye komik savunmalar yapılmıyor mu?
Başkalarına akıl verirken dönüp arada bir kendimize de bakmalıyız.
Demokrasiyi TV dizisinden öğrenmeye çalışan cuntacılar
BİN yıl düşünsem, bir zamanlar hayranı olmanın da ötesinde hastası olduğum TV dizisi The West Wing’in bu amaçla seyredilme ihtimalini akıl edemezdim.
Geçen gün Amerikan Dışişleri Bakanı Hilary Clinton bir toplantıfda anlattı da öğrendik, meğer Myanmar’da demokrasiye geçmeye karar veren eski cuntacı generaller, demokrasinin nasıl bir şey olduğunu öğrenmek için bir yerlerden kasetini/DVD’sini bulup The West Wing izlemişler.
Diziyi bilmeyenlere anlatayım: Bir Amerikan Başkanı ve onun yakın çalışma arkadaşlarının maceraları anlatılıyordu bu heyecanlı dizide. Yer yer gözleriniz yaşarıyor, yer yer kahkahadan kırılıyor, yer yer de sahiden yeni şeyler öğreniyordunuz.
Ama bu yeni şeyler arasında hiç yoktan demokrasinin nasıl kurulacağı yoktu maalesef.
Myanmar, maalesef yıllarca çok baskıcı bir askeri yönetim altında yaşadı; şimdi yeni yeni demokrasiye geçmeye ve dünyayla arasını düzeltmeye çalışıyor.
Umarım doğru yerden doğru biçimde yardım alıyorlardır demokrasinin ne olup ne olmadığı konusunda.
Paylaş