Paylaş
30 Ağustos’u takip eden günlerin, o bölge halkı için nasıl bir bayram olduğuna çocukluk yıllarımdan tanığım.
2 Eylül Uşak’ın, 4 Eylül Alaşehir ve Kula’nın, 5 Eylül Salihli ve Demirci’nin, 6 Eylül Akhisar’ın, 7 Eylül Turgutlu’nun, 8 Eylül Manisa’nın, 9 Eylül de İzmir’in işgalden kurtuluşunun yıldönümüdür.
O yıllarda dedem de dahil olmak üzere Yunan işgalini görmüş birçok insan hayattaydı.
Yunan Salihli’ye girdiğinde babaannemi, kucağında yeni doğmuş babam, elinde büyük amcamla Uşak yakınlarındaki bir akraba evine emanet edip geri dönen dedem, 5 Eylül gelince duygularına hâkim olamazdı.
Bugün “Bayramlar sivil kutlansın” deniliyor ya, o kurtuluş günleri gerçekten sivil bayramlar olarak kutlanırdı.
Sandıktan eski asker giysilerini çıkarıp giyen yaşlılar, Kore gazileri, hayatta sahip olabildikleri en değerli şey olan istiklal madalyalarını göğüslerinde taşıyanlar.
Trampetlerin ve boruların sesiyle çılgına dönüp, yerlerinde duramayan atlarının üzerinde ellerindeki tüfekleri havaya sıkan, saçları kırlaşmış, sakalları bir cuma günü kesilmiş, başlıklarına iğne oyalarının en güzeli dolanmış yaşlı zeybekler.
Mahşeri bir kalabalığın arasında üstü açık, bayraklarla süslenmiş bir askeri araca konulmuş bir Atatürk büstü, defne dalları.Biz çocuklar da çatapatlar, mantar tabancaları ve tahta atlarla şamatada kendimize bir yer edinmeye çalışırdık.
Her şeyin yitirildiğinin düşünüldüğü bir anda bile direnme gücünü kendisinde bulabilmiş Salihlililerin bayramıydı 5 Eylül.
Böyle kutlamalara daha sonra Ege’nin öteki kentlerinde de tanık oldum. Kuşadası’nda, Turgutlu’da, Manisa’da.
Rahmetli dedem, Balkan Savaşları’nın topraklarından koparıp, Anadolu’ya savurduğu yüz binlerce Türk’ten biriydi.
Bugünkü deyimle bir “etnik temizlik kurbanı”.
Bugün Makedonya Cumhuriyeti sınırları içinde kalan Üsküp ile Manastır arasındaki bir köyden çıktığı uzun yolculuk boyunca akrabalarının önemli bölümünü, sivil–asker ayırt etmeden Türkleri katleden yabancı orduların ve çetelerin saldırılarında, salgın hastalıklarda kaybetmiş, Salihli’ye ulaştığında tek başına kalmış bir genç insandı.
O nedenle Yunan ordusu İzmir’e çıktığında nasıl bir dehşete kapıldığını anlamak çok kolay.
İlk işi ailesini Salihli’den Uşak’a kaçırmak olmuştu.
O tarihte büyük amcam iki yaşında, babam ise altı aylıkmış.
Babaannem yayan ve öküz arabalarıyla bağlar ve bahçeler arasından yapılan kaçış yolculuğu sırasında bir an için babamı kaybedip, sonra nasıl bulduğunu aradan yıllar geçtikten sonra bile gözleri yaşlarla dolmadan anlatamazdı.
Eğer o savaş kazanılmamış, o şehirler geri alınmamış olsaydı başlarına ne geleceğini biliyorlardı.
Balkanların bir çok köşesinde, Girit’te ne olduysa yine o olacaktı: Etnik temizlik, kıyım, zorunlu göç! O göç artık Yozgat’ta mı son bulurdu, Konya’da mı, tahmin etmek kolay değil.
O nedenle bizim ailemiz için 5 Eylül tarihinin özel bir anlamı vardır.
Benzeri öyküler, kuşkusuz ki o bölge ahalisinin çoğunun aile yaşamında vardır, bizimkisinin tekil bir örnek olmadığını tahmin etmek zor değil.
AKP’li eski Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç, 6 yıl önce bir 7 Eylül’de, Aydın’ın kurtuluş gününde şöyle demişti: “Her sene benim ülkeme yabancılar geldi diye, işgal etti diye bunun kutlaması yapılmaz. Beşli yıllarda, onlu yıllarda yapılabilir.”
Bakan olmuştu ama o kutlamanın “Düşman geldi” diye değil, “Düşman kovuldu” diye yapıldığının bile farkında değildi.
O bu sözü söylediğinde ben de şöyle yazmıştım: Siz on yılda bir kutlayın, biz her yıl kutlarız!
Dün Hürriyet’te 9 Eylül’ün en önemli simgelerinden birinin de yeni çıkarılan “resmi bayramlar kutlama yönetmeliğinin kurbanı olması tehlikesine” işaret eden bir haber vardı.
Artık, İzmir Vilayet Konağı’na bayrak çekim töreni de yapılmayacakmış.
Onu okuyunca Atilla Koç’un dilinin altındaki bakla açığa çıkıyor diye düşünmüştüm. Ama sonra Kültür Bakanı ve İzmir Valiliği bu törenin bu yıl da yapılacağını açıkladılar.
Yüzbaşı Şeref Bey’in hızlı adımlarla vilayet konağına girip, oradaki işgalci bayrağını indirdikten sonra yerine Türk bayrağını çektiği gün kaydedilmiş filmdeki görüntüler, benim yaşımdakilerin hafızasındadır.
Kendisini Aydın’ın kültürel varlıklarının korunmasına adamış ağabeyim Ünal Uyguç dün bununla ilgili bir kitap getirdi bana.
Kurtuluş Savaşı kahramanlarından Yörük Ali Efe’nin yaveri Şükrü Oğuz Alpkaya’nın anılarından Atilla Oral tarafından derlenmiş.
Büyük Taarruz başladığında Yörük Ali Efe’ye verilen görev Menderes’in kuzeyine geçerek düşmanın kaçış yollarını tıkamakmış.
28 Ağustos’ta 150 kişilik bir kuvvet ile Yenipazar civarına gelinmiş. Buldan’a doğru ilerlerken düşmandan ele geçirilen silahlar ile köylüleri de ayaklandırmış. Efeler, zeybekler, ellerinde nacaklarıyla köylüler İzmir yakınlarındaki Seydiköy İstasyonu’na ulaştığında mevcut 15 bini aşıyormuş.
8 Eylül günü Yörük Ali Efe İzmir’e doğru hareketlenen kalabalığı Alpkaya’ya “Bizim oğlan, bu talancıların İzmir’e girmesi tehlikelidir. İzmir’e ilk girme şerefi orduya ait olmalıdır” diyerek durdurmuş.
O bayrağın, o vilayet konağına, o asker tarafından çekilmesinin neleri temsil ettiğini anlatan bir hatıra bu.
Dün Hürriyet’te o haber yayımlanmamış olsaydı ve bu haberin yarattığı tepki gerçekleşmemiş olsaydı bir gelenek daha “yönetmeliklerin kurbanı” olacaktı.
Demek ki masa başında yönetmelik tanzim ederek toplumun her beklentisini karşılamak mümkün değil.
Bu yıl 30 Ağustos’ta Atatürk heykellerine siyasi partilerin çelenk koymasını yasaklayanlar belki bu son durum karşısında kararlarını yeniden gözden geçirirler.
Hem siyasi partiler demokratik yaşamımızın vazgeçilmez parçaları değil mi?
Onların demokratik sınırlar içinde kalan faaliyetlerini valilik kararlarıyla engellemek demokrasi fikrine de aykırı değil mi?
Paylaş