Dünkü yazımda, gıda şirketlerinin hammadde ithalatında yaşadıkları sıkıntı nedeniyle yaptıkları GDO başvurularını, kamuoyu baskısıyla geri çekmeleri sonucu zorda olduklarından bahsetmiştim.
Ne gibi bir orta yol bulunacağını sorgulamış, öneriler getirmiştim. Fikir Sahibi Damaklar’ın lideri Defne Koryürek’ten itiraz geldi: “GDO ile uzlaşılmaz!” Koryürek bu konuda sert olmak gerektiği görüşünde. Görüşlerine hak vermemek elde değil. Gıda şirketleri birer girişim. Ve her girişimci bir işe bazı riskleri alarak girer. Sektörün içerisinde tüketicisiyle konuşabilen şirketler bu riskleri hafifletebilir. “Hele de daha fazla tüketelim ve o şirketler daha fazla kâr etsin diye cebimizdeki 3-5 kuruşa kalmış bir düzende... O 3-5 kuruşumuzun hakkını bizimle temasta ve muhabbette olarak götürmek durumundalar” diyor Koryürek. Batı kamuoyu GDO savaşını çoktan kaybetti. Ama Türk tüketicisi GDO meselesine karşı muazzam bir defans geliştirdi, hükümet sıfır toleranslı bir GDO yönetmeliği koydu. Koryürek, “Bizim geleceğimiz adına tüketicinin tercihlerinin manipüle edilmesini uzun boylu kaldıramıyoruz. 1000’de 7, 10.000’de 5 şeklinde ifade edilen bulaşıklık değerleri bizim için muğlak kavramlar” diyor ve ekliyor: “Bir defa bu iyi yönetmeliklerle ifade etmeye başladığımız zaman işin ucu kırılmaya, budanmaya başlar.” Dediği doğru. Bir defa bu işin ucunu açtığımız zaman, bir sonraki adımdaki ticaret ilişkileri, bir sonraki adımda uluslararası ticaret ilişkileri bizi nereye sürükler, bilmiyoruz. Bilemeyiz. Çok kuvvetli bir tüketici dayanışmamız var. Eğer Dünya Ticaret Örgütü’ne kafa tutabilecek bir şey varsa, hükümetin önünde tüketici baskısının olması. Aksi takdirde, Dünya Ticaret Örgütü’nün kurallarına, yaptırımlarına hiçbir hükümetin ayak diremesi mümkün değil. Türkiye, elindeki kamuoyunu doğru konuşturarak, “Halkım istemiyor. Ne yapayım?” diyebilecek noktada tutarak ayak direyebilir. Koryürek bunun ayçiçeği ya da soya meselesi olmadığını, bunun hangi ülkeden hangi malın ithal edileceği (ve ihraç), ülkeler arası ticaret meselesi olduğunu söylüyor: “Bugün üreticilerimiz soya lesitini kullanmayı tercih ediyorsa, bunun arkasında ulus ötesi ilişkilerden dolayı bir yerden ithal etmeyi tercih etmeleri yatıyor.” Koryürek, hammaddeyi ülke sınırlarımız içinde üretme önerime de karşı çıkıyor: “Çok mantıklı bir öneri ama gerçekçi değil. Çünkü GDO bulaşıklığı havadan da oluyor. Doğa karıştırmayı seviyor. Kırmızı domatesle sarı domatesi metrelerce mesafeye koyun, rüzgarla karışırlar, ortaya başka türlü şeyler çıkar.” GDO’lu tohum polenleri 750 kilometre uçabiliyormuş. Dolayısıyla Gürcistan, Bulgaristan veya Ermenistan’da üretilecek herhangi bir GDO’lu soya bizi etkileyecek. “44 yaşındayım, nine falan değilim” diyor Koryürek: “Çok uzak bir geçmiş değil, benim çocukluğumda bunlara ihtiyaç olmadan da üretim yapılıyordu. Alternatifler bulunur. Soya lesitinine kadar nasıl geldik? Lesitin yumurta sarısında da var. Ama yumurta sarısındaki pahalı geldiği için soya lesitinini kullanıyoruz. Bu kadar basit.” Koryürek’in sözleriyle bitirelim: “Daha az kazanma gibi bir risk varsa eğer, gıda şirketleri Bakanlığa gitsin, vergide indirim istesin. GDO’suz soya üreten ülkelerden yapılacak ithalata teşvik istesin. Ama bu ülkenin GDO istemeyişi, sıfır toleranslı GDO yönetmeliği ‘Şu kadarcık kopartalım, bu kadarcık indirelim’le bozulmasın. Daha az yiyelim, gerekirse daha kaliteli yemek için biraz daha fazla ödeyelim, cep telefonlarına ödediğimiz paradan kısalım. Ama GDO’ya rıza göstermeyelim.”