Paylaş
Türkiye açısından bakıldığında, Suriye ve Irak’ın önemi bana göre çok açık. Geçen hafta yazmaya çalıştım, tekrar edeyim.
Türkiye bu bölgeye birbiriyle üst üste geçmiş gibi gözüken dört temel pencereden bakıyor:
1. Güvenlik: Gerek Suriye ve gerekse Irak’ın istikrarsızlığı, Türkiye için bir güvenlik riski içeriyor. Bu ülkelerde istikrar, o ülkeler için olduğu kadar Türkiye’nin de çıkarı. İstikrarı kimin nasıl sağladığı önemli kuşkusuz ama ikincil önemde, önce istikrar.
2. Ekonomik çıkar: Bu iki ülke, sadece komşu şehirlerimiz için değil Türkiye’nin tamamı için önemli ekonomik çıkar alanları. Ve bu ekonomik çıkar sadece ticaret ya da sanayiyle sınırlı değil, işin enerji boyutu ve daha uzak alanlara yayılma boyutu da var.
3. İnsani ilişkiler: Gerek Irak ve gerekse Suriye’nin Türkiye’ye komşu bölgelerinde Türk vatandaşlarının akrabaları yaşıyor. Bu böyle olmasa bile oralarda insanlık dramı yaşandığında o halklar hep Türkiye’yi yanlarında buldu. Saddam Halepçe’yi yaptığında Türkiye tereddüt etmeden kapılarını göçmenlere açtı, bugün de Suriyeli göçmenlere açılıyor o kapı.
4. Ortadoğu barışı: Belki en uzun vadeli bakış ve en temel stratejik duruş burada. Ortadoğuda barış olmadan Türkiye’nin güvenlik endişeleri ve ekonomik çıkarları tam olarak gerçekleşemez. Bu barışın önündeki en büyük engel temelde İsrail’le olan çatışmalar. İsrail, kendi güvenlik endişeleri giderilmeden bölgeye barış getirecek gibi durmadığı için, bölgede ‘normalleşme’nin sağlanması ve İsrail’in kendini güvende hissetmesi Ortadoğuya barışı getirecek temel unsur gibi duruyor. Filistin, Ürdün, Lübnan halklarının çıkarlarını ve acılarını hiç unutmadan ama bu halkların haklarının da savaşla değil ancak müzakere masasında alınabileceğini öngörerek İsrail’i bahanesiz bırakmak önemli.
Bu dört pencere aklımızın bir yerinde dursun ve bir spesifik örneğe, Suriye meselesine bakalım.
2007 yılına gelinirken Suriye konusunda iki görüş çarpışıyordu. Büyük ölçüde İran’ın kontrolunda Doğu Akdeniz’de bir istikrarsızlık adası olan bu ülke için bir kısım ülke ‘İzole edelim, adam edelim’ diyorken, Türkiye ‘Hayır, bize angaje edelim, ekonomik çıkarları olduğunu görsün, öylece adam olsun’ görüşünü dile getirmeye başladı.
WikiLeaks’teki Amerikan yazışmalarını görenler bilecek, Türkiye o dönem ağır eleştiri altında kaldı, ‘eksen değişiyor’ tartışmaları o zaman, bu politika tercihinin belirginleşmesiyle başladı.
Suriye ile ilişkiye geçilince anlaşıldı ki, oradaki rejimin kendisi de ‘sürdürülebilir’ olmadığının farkındaydı ve bir yumuşak geçişle reforme olma arzusundaydı. Bu reformlar için Türkiye yakın işbirliği yaptı, Devlet Planlama Teşkilatı öncülüğünde çok sayıda heyet Suriye’ye gitti, danışmanlık hizmeti verdi. Tarım reformundan yerel yönetimlere, sağlık uygulamalarından sanayide standardizasyona, anayasa hukukundan ceza hukukuna kadar pek çok alanda bu danışmanlık yapıldı.
Danışmanlık yapıldı ama reform yapılmadı. Tam da bu sırada Suriye’de halk onyıllar sonra korkusunu yendi ve sokağa çıktı. Suriye gibi rejimlerde devletin meşruiyetinin kaynağı demokratik temsil değil, halkın duyduğu korku ve saygıdır. O korku ortadan kalkınca rejimin meşruiyeti de kalmadı esasen.
Ve Türkiye o noktada rejimin arkasından çekildi, sokağa çıkan Suriyelilerin yanında yer aldı. Bu tercihin Türkiye’nin başta yazdığım temel bakış pencereleri açısından doğru tercih olup olmadığını önümüzdeki aylar ve yıllarda göreceğiz.
Bizde iç politikada tartışılan Suriye konusu kabaca bu işte.
Hayatın gerçekleri diye bir şey var...
DIŞ politika labaratuvar ortamında yapılmıyor. Her zaman ideal şartlar yok. O yüzden ‘reel politik’ diye bir şey var hep dikkat edilmesi gereken, hep uyum sağlanması gereken.
90’lı yıllarda Miloşeviç’in Yugoslavya’sı parçalanıyordu. Türkiye başta bazı ülkeler bu ‘gerçek’e kolay uyum sağladılar ve Yugoslavya’ya bu çekilde bakmaya başladılar.
O zaman da eleştiriliyordu Türk dış politikası. Azımsanmayacak sayıda kişi, gazete köşelerinde Yugoslavya’nın toprak bütünlüğünden söz ediyordu, hatta ‘Orası parçalanırsa bu Türkiye için de örnek olarak kullanılır’ diyenler bile vardı.
Yugoslavya’nın toprak bütünlüğünü başka her şeye rağmen savunmak, öncelikle Boşnak halkının o topraklardan yok olup gitmesine seyirci kalmak, hatta desteklemek anlamına geliyordu.
O zaman da Aliya İzzetbegoviç’in ne islamcılığı kalmıştı ne de Suudi Arabistan ve İran’ın Bosna’daki aktivitesi. Aradan geçen zaman en iyi test cihazı oldu: Bosna Hersek’e bir de bugün bakın...
Batıya entegre olmuş, nüfusunun çoğunluğu müslüman bir ülke.
Suriye konusu da kısmen benziyor aslında. Türkiye’nin Suriye politikalarını eleştirenlerin eleştirilerine büyük ölçüde geleceğe ilişkin endişeler, korkular yön veriyor.
Korkularımız ve endişelerimiz her zaman olsun, bizi bir ölçüde onlar da denetlesin evet ama bu korkularımızın boyutu bizi gündelik hayatın gerçeklerini inkar eder hale getirmesin.
Bir de reel politik diye bir şey var; sahadaki gelişmeler var; tarihin bir akış yönü var...
İran ve Rusya düşman değil rakip!
BAŞTA söyledim, Türkiye’nin temel çıkarı bölgesinde istikrardan geçiyor.
Ancak İran ve Rusya söz konusu olduğunda, Ortadoğuda istikrar ve barış bu iki ülkenin çok da çıkarına değil. İşin en basit boyutu petrol fiyatı. İstikrarsızlık ve savaş ortamı petrol fiyatını yukarı çekiyor, bu iki ülke kazanıyor.
Ama İran açısından meselenin bir de ideolojik boyutu var. İran, kendi uzun dönemli çıkarının önce yakın çevresinde, sonra genel olarak bütün Ortadoğuda istikrarsızlıktan geçtiğine inanıyor. İsrail’in bağımsızlığını ilan ettiği günden beri Sovyetler Birliği’nin ve bugün Rusya’nın görüşü de bu yönde.
İran ve Rusya’nın çıkarlarıyla Türkiye’nin çıkarlarının çatışması yeni değil, ilk kez de olmuyor. Ama bir şeyi göz önünde bulundurmak lazım: Her iki ülke de Türkiye’nin rakibi, düşmanı değil.
Rakibinizle konuşabilmeli, hatta zaman zaman işbirliği yapabilmelisiniz, tercihen de karşılıklı bağımlılık ilişkisine girmelisiniz.
Türkiye’de dış politika meselelerine siyah-beyaz bir bakış bazen söz konusu olabiliyor. Oysa gerçek hayatın çok sayıda rengi var, siyahtan beyaza gidene kadar.
Paylaş