Paylaş
Esasında ‘okuyoruz’ dedikleri yazılar büyük ihtimalle benim yazılarım. O yüzden de, bu taleplere karşı alınganlık göstermiyorum, ‘Herhalde ben anlatmayı beceremedim’ deyip bir de yüzyüze ve sözle anlatmaya çalışıyorum, bulunan şeyi.
Ama kısa sürede anladım ki, bana sorulan soru Higgs bozonunun ne olduğu veya ne olmadığı hakkında değil. En azından bana soru soran herkes, Higgs’in tam olarak ne olduğunu biliyor, kitabi tanımdan haberdar.
Haberdarlar ama durumu tam idrak etmemişler; çünkü Higgs’in nasıl olup da ‘bulunduğunu’, Higgs ile ilgili ‘kanıt’ın ne olduğunu, daha genel anlamda bilimde ‘kanıt’ın ne olduğunu kavrayamıyorlar.
Bu da son derece doğal. Çünkü bu konu bir kısım bilim felsefecisi arasında bile tartışmalı bir konu.
Mesele, biraz da fizik biliminin doğasından kaynaklanıyor.
Biz diyoruz ki, Sir Isaac Newton, daha 1600’lerin ikinci yarısında, güneş sisteminin temel yapısını çözdü, dünya dahil gezegenlerin güneşin etrafında eliptik bir yörüngede hareket ettiklerini, gezegenlerin bu yörüngeden fırlayıp uzaya dağılmamasının tek sebebinin de kütle çekim kuvveti olduğunu buldu.
Buldu da nasıl buldu? Bulduğunu bize nasıl gösterdi? Birisi çıkıp güneş sisteminin dışına gözlem yaptı ve gezegenlerin yörüngelerinin tam olarak Newton’un hesapladığı gibi olduğunu mu söyledi?
Böyle bir şey de olmadı, böyle biri de çıkmadı ama biz Newton’un hesaplarının doğru olduğunu biliyoruz. Biliyoruz, çünkü elimizde ‘kanıtlar’ var.
Haa, bazı bilim felsefecileri, bu kanıtların dolaylı olduğundan yola çıkıp bir tartışma açıyorlar. Bir zamanlar çok moda olan post-modernistler, Newton’un temel kanıtı olan matematik dahil her şeyin birer ‘kültür’ yani insan yapısı bir şey olduğunu öne sürüp aslında hiçbir şeyi bilmediğimizi söylemeye kadar vardırmışlardı işi.
Şimdi Higgs’le ilgili de tartışmalarda amatör feylezofların geldiği nokta bu: Nereden biliyoruz Higgs diye bir şey olduğunu?
Aynen Newton’ın güneş sistemi gibi bu da: Higgs’i doğrudan gözleyemiyoruz, gözlediğimiz şey, Higgs ortaya çıkarsa yaratacağı etkiler. Bu etkiler de, zamanında teorinin öngördüğü enerji seviyelerinde ortaya çıkarsa ‘Bu olsa olsa Higgs’dir’ diyoruz. Bugün denen bu.
Allahtan fizikçilerin kafası, bir zamanlar ciddi akademik ünvanları olan feylezofların veya benim bugünlerde sıkça karşılaştığım ‘Burada güzel bir sonsuz tartışma var’ hevesiyle atlayan amatör feylezofların kafası gibi çalışmıyor. Onlar bulduklarına bakıyorlar, bulma yöntemlerini sürekli gözden geçiriyorlar ve açıkçası epey bir zamandır kendilerine yol gösterecek felsefeciye de ihtiyaç duymuyorlar.
Richard Feynmann yıllar önce yakınmıştı, ‘Bizim bize yol gösterecek bilim felsefecilerine ihtiyacımız var’ diyerek. Sonra Stephen Hawking çok daha sert söyledi: ‘Felsefe bilimin çok gerisinde kaldı.’
Ama bakın Türkiye’ye, her köşeden bir bilim felsefecisi çıkıyor, ‘Buldukları bir şey yok’ diyebiliyor.
Modern zamanların kanıt sorunu
GÖZÜMÜZÜN bir şeyi görebilmesi için ışığa ihtiyaç var. Işık, bir atom altı parçacık olan foton.
O fotonla aynı veya benzer karakteri paylaşan diğer atomaltı parçacıklara doğrudan ‘bakmaya’ kalkışırsanız başınıza gelecek şudur: Görmek için ihtiyaç duyduğunuz foton, görmeye çalıştığınız şeyleri bozacaktır.
O yüzden klasik anlamıyla gözlem kavramı terk edileli çok oluyor. Hele belirsizlik ilkesinin ortaya konmasıyla birlikte, ‘kanıt’ kavramı da bir hayli karışık bir şey olmaya başladı.
Kabaca modern anlamda ‘kanıt’ı anlatmaya çalışayım:
Fizikçiler, bir hipotezin geçerli olup olmadığını ararken, diyelim iki fenomeni araştırırken, iki temel tez geliştiriyorlar: 1. ‘A ile B arasında bir ilişki yoktur’; 2. ‘A ile B arasında ilişki vardır.’
Birinci tez ‘yokluk hipotezi’dir. Ve fizikçiler, olabilecek en muhafazakar hipotez bu olduğu için onu doğru varsayarak aramaya başlarlar.
Şimdi, kendi geçmiş yazılarımı da düzelterek bilgi vermeye çalışayım. 4 Temmuz günü CERN’den yapılan açıklamada Higgs’in varlığı 5 sigma seviyesinde dendi.
Aslında buna tersten bakmak lazım. Yani, CERN’dekiler, anlatmaya çalıştığım yöntemden ötürü, ‘Bizim gördüğümüz şeyin tesadüfen ortaya çıkmış bir şey olma ihtimali 3.5 milyonda 1’dir’ demiş oldular.
Bir gün karşınıza ‘Bunun olasılığı 3 veya 5 sigmadır’ gibi bir cümle çıkarsa aklınızda olsun: Oradaki sigma değerinin yüksekliği, söylenen şeyin şans eseri ortaya çıkma ihtimalinin düşüklüğünü gösterir.
Görüyorsunuz, bilim artık bir şeye ‘kanıt’ demekte ne kadar muhafazakar davranıyor. ‘Kanıt’ demek yerine, ‘Bizim söylediğimiz şeyin gerçek olmama ihtimali şu kadar’ diyorlar.
Fizikçilerin bu muhafazakarlığı ve kesin konuşmaktan kaçınmalarına karşı bazılarının kesin bir dille konuşmasına ne diyeceksiniz?
Belirsizlikler evreninde yaşadığımızı hiç unutmayın
HEISENBERG’in meşhur belirsizlik ilkesi, bir atom altı parçacığın aynı anda hızını ve yerini bilemeyeceğimizi bize söyler.
Einstein’a, ‘Tanrı evreni yaratırken zar atmaz’ dedirten şey budur. Einstein, inatla ve ısrarla arkada olan ve bizim henüz göremediğimiz bazı kesin kurallar olduğuna inandı, ömrü boyunca da bunu aradı.
Einstein bulamadı, henüz bulan da çıkmadı. O yüzden şu an elimizdeki en iyi teori, belirsizlik ilkesine dayanıyor.
Tabii, belirsizlik ilkesini hiçbir şeyi bilemeyeceğimiz, hiçbir biçimde geleceği öngöremeyeceğimiz şeklinde okumak çok yanlış. Einstein bu yanlışı hiç yapmadı ama post-modernistler yeterince matematik çalışmadıkları için bu yanlışa düştüler.
Belirsizlik evreniyle başa çıkmanın tek bir yolu var: İyi matematik bilmek, olasılık teorisine güvenmek.
Hayat da böyle. Çok sayıda belirsizlik var, çok sayıda değişken var. Bunlarla başa çıkabilmek için kendimizi matematikle donatmalıyız.
Paylaş