Paylaş
“Tam zamanı” derken, özel yetkili mahkemelerin durumunun kamuoyunda tartışılmasından söz ediyorum. Şık’ın kitabında yer alan bir belge, aynı dava nedeniyle tutuklu bulunduğu sırada hapishanede kalp krizi geçirerek ölen eski MİT mensubu Kâşif Kozinoğlu ile ilgili.
Kozinoğlu’nun telefonları dokuz ay süreyle mahkeme izni ile dinlemeye alınmış. Dokuzuncu ayın sonunda polisin “dinleme izninin bir ay daha uzatılması istemi”, savcılar tarafından “şüphelinin terör örgütü faaliyeti olarak nitelendirilebilecek görüşmesi olmadığı” gerekçesiyle reddedilmiş.
Mahkemeye sunulan iddianame ve eklerinde yer almayan bu belgenin altındaki imzalar, soruşturma savcıları Zekeriya Öz, Fikret Seçen, Murat Yönder ve Ercan Şafak’a ait.
İşin ilginç yönü, Kozinoğlu’nun ifadesini alıp tutuklanması istemiyle mahkemeye sevk eden savcı da Zekeriya Öz.
Savcıların görevleri arasında sanıklar aleyhine olduğu kadar lehlerine olan belgeleri ve kanıtları toplamak da var.
Ama tıpkı Balyoz davasında “yanlışlıkla Adli Emanet’e gönderilen belge” gibi bu da dosyaya girmemiş.
Özel yetkili mahkemelerin, demokratik bir hukuk devletinde kabul edilemeyecek yetkilerinin kaldırılması elbette olumlu bir girişim.
Ancak bu belge de bir kez daha gösteriyor ki özel yetkili mahkemelerin kaldırılması ve yerlerine terör suçlarına bakacak bir tür ihtisas mahkemelerinin kurulması ile sorun bitmiyor.
Sorunumuz, başka birçok konuda olduğu gibi insan unsuru ile ilgili.
Eğer savcılar ve yargıçlar, kendilerinde “adaleti sağlamak” dışında görev vehmederlerse, davalara ve sanıklara peşin hüküm ile yaklaşırlarsa, mahkemenin adını ne koyarsanız koyun, adalet sağlanamıyor, adil yargılama yapılamıyor.
HSYK’nın şimdi bir soruşturma başlatarak, bu belgenin nasıl olup da dosyaya konulmadığını araştırması gerekiyor.
Bu yapılırken, dinleme izninin uzatılmaması nedeniyle durumun ilgili kişiye bildirilmesini öngören yasal mevzuata uyulup uyulmadığı da araştırılmalı ki savcılar temel özgürlükleri kısıtlayan kararları alırlarken yasalara uymaya daha çok özen göstersinler.
Siyasetin finansmanında şeffaflık
YENİ Türk Ticaret Kanunu, şirketlerin siyasi parti ya da adaylara sınırsız para yardımı yapabilmelerine olanak sağlıyor.
Eski kanun buna izin vermiyordu, siyasi parti ya da adaylara yapılacak yardımlar şirket sahibinin “cebinden” çıkıyordu.
Türkiye’de siyasetin finansmanı konusu, “yolsuzlukların” önemli bir kaynağıdır. Herkes biliyor ki kamu ihaleleri, siyasetin finansmanında en önemli araçlardan biridir.
Üçe çıkacak işin beşe yapılması, aradaki farkın bir bölümünün kişilerin ceplerine gitmesini, bir bölümünün de siyasetin finansmanında kullanılmasını sağlar.
Artık bu iş resmen yapılabileceğine göre siyasi partilerin seçim harcamalarının ve gelirlerinin şeffaflığının sağlanması yolunda önemli bir adım atılmış olur.
Ama bunun için Siyasi Partiler Kanunu ve Seçim Kanunu’nun da değişmesi gerekiyor ki kim kime ne kadar bağış vermiş bunu görebilelim.
Bu kayıtların herkese açık olması siyasetin finansmanında şeffaflığın sağlanması açısından önemlidir ve ihmal edilmemelidir.
Tabii bunun bir sonucu da siyasetin şirketler tarafından yönlendirilmesi olacaktır, bunun karşı önlemlerini almak da yine aynı kanunlarda yapılacak değişiklikler ile sağlanabilir.
İktidar gücünü elinde tutanın, şirketleri bağış yapmaya zorlama ihtimali de Türkiye’de hiç göz ardı edilmemesi gereken bir husustur. Bu tür zorlamalara karşı şirketler nasıl korunacak?
Çamlıca’ya cami projesi nasıl yapılmalı?
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’ın, İstanbul’da bugüne kadar yapılmış en büyük caminin projesini çizme görevini verdiği mimar, Kahramanmaraş İmar Müdürlüğü görevinden geliyor.
Daha önceki meslek yaşamında üstün bir mimari eser verdiğine ilişkin herhangi bir bilgi yok.
Kuşkusuz ki Başbakan İstanbul’a mimari bir değer de katacak bir cami yaptırmak isteyebilir. Seçimle geldi, kendisine halk tarafından verilen yetki bunu da kapsıyor.
Ama bu İstanbul’un son yeşil alanına kondurulacak devasa bir beton yığını da olmamalıdır. Çünkü yetkiyi aldığı halkına karşı başbakanların sorumlulukları da vardır.
Çağdaş yönetim anlayışı ile bu iş yapılacaksa şöyle bir yol izlenmeliydi:
İstanbul’a değer katacak bir mimari eser hedefleniyorsa bu cami mi olmalıdır? İstanbul zaten dünyanın en güzel camilerine sahip bir kent! Bütün camilerin de cemaat tarafından tıka basa doldurulmadığını biliyoruz, bayram namazları hariç! Acaba bu iş için ayrılacak bütçe ile İstanbul’a değer katacak başka bir eser ne olabilir?
Diyelim ki camiden başka bir şey akla gelmedi. O zaman yaptırılacak cami için en doğru yer Çamlıca Tepesi midir? Şehircilik uzmanları bu konuda ne diyor, daha uygun ve doğru bir alan var mıdır?
Bundan sonra uluslararası katılıma da açık bir mimari proje yarışması açılır.
Ödülü cezbedici tutulur ki dünyanın ve Türkiye’nin önde gelen mimarları bu yarışmaya girmeye istekli olsunlar.
Bu yarışmayı değerlendirecek jüri dünyanın ve Türkiye’nin önde gelen tasarımcılarından, mimarlarından, şehircilik uzmanlarından oluşturulur ve onlara da bu güç görev için uygun bir ücret ödenir ki seçim iyi sonuç versin.
Bu yarışmada en çok oyu alan iki projenin halka sunulup son kararı halkın vermesini beklemek de izlenmesinde sakınca olmayacak bir yoldur.
Böyle işleri “Ben yaptım oldu” diye yürütmek, gelecekte hayırla anılmayı beklerken, kötü bir iz bırakmaya da neden olabilir, bunu da hatırlatmış olayım.
Paylaş