Paylaş
Demek ki herkes için ‘normal’ bir yargımızın olmasını daha çok bekleyeceğiz.
2007 yılından beri yoğun biçimde sürdürdüğümüz özel yetkili mahkemeler tartışması, korkarım hepimizin yargı algısını da baştan sona değiştirdi. Evet, özel yetkili mahkemeler sayesinde, yargıyla, özellikle de ceza yargısıyla ilgili algılarımız farklılaştı.
Bir örneği, dün İstanbul’daki özel yetkili mahkemede hükme bağlanan şike davası. Dava artık bittiğine göre, iddianameyle ilgili görüşlerimi ‘adaleti etkilemeye teşebbüs’ suçu işleme korkusu olmaksızın yazabilirim.
Bu ülke futbolunda şike yapıldığı, en azından şike yapılmak istendiği yani yasa ve yönetmelikteki adıyla ‘şikeye teşebbüs edildiği’ hepimizin ortak kanaati.
Ama ilke olarak ceza yargısı kararlarını kanaatlere göre değil delillere göre verir, vermelidir.
Dün sona eren şike davasının iddianamesine baktığınızda, şike kanaatinin yeterli delille kanıtlanamadığını görüyorsunuz. Evet, elde bazı şüphe çekici telefon konuşmaları var ama mesela tek bir para hareketi yok kanıtlanmış olan.
Mahkeme Aziz Yıldırım için beş maçta şike yaptığı gerekçesiyle mahkumiyet kararı verdi ama eğer bir maçta şike yapıldıysa o şike olayına Aziz Yıldırım’ın dışında insanların da karışması, suç ortaklığı yapması gerektiği konusunun üzerinde hiç durmadı.
Ceza yargısında kanıtların dört başı mamur olması, deyim yerindeyse ‘su sızdırmaz’ olması gerekir. Kanıt zincirindeki her minicik çatlak, her şüphe mahkeme tarafından sanık lehine kullanılmalıdır.
Yeni dönemin büyük yargılamalarının hemen hemen hepsinde bu durum geçerli.
Yani, ortada bir suç olduğuna hem de ağır bir suç olduğuna dair yaygın bir kanaat var ama yargılamaların içeriğine baktığınızda savcılıkların ‘su geçirmez’ nitelikte kanıtlar sunduğunu çok göremiyoruz.
Toplumun yargıya ilişkin algısını bozan şey de esas olarak bu.
Büyük davalar etrafında neredeyse ikiye bölünmüş bir toplum haline geldik. Bir taraf, neredeyse kanıta hiç ihtiyaç duymadan, zaten oluşmuş olan kanaatinin mahkeme kararı haline gelmesini istiyor. Öteki taraf ise mahkemelerin tarafsız olmadığına, bu kanaatleri paylaşan hakimlerce davaların yürütüldüğüne inanıyor.
Bu algıyı başından sona ortadan kaldıracak ve her türlü tartışmayı bitirecek olan şey, savcıların mahkemeye ‘su geçirmez’ kanıtlarla çıkması olabilir ancak.
Ama maalesef savcılarımızın soruşturmaları bu kalitede değil.
Niye yargıç salıvermez de Meclis yasa yapar?
MECLİS’te dün kabul edilen ‘3. yargı paketi’yle özel yetkili mahkemelere ne olduğu konusunu daha çok konuşacağız nasıl olsa. Gelin bugün bu paketin az konuşulan ama çok önemli olan bölümüne bir bakalım: Tutuklamayı ve tutukluluğu sürdürmeyi neredeyse otomatik bir süreç olmaktan çıkaran değişikliklere.
Hepimiz, herkes biliyor ki, paketin içinde böyle bir madde olmasının yegane sebebi, artık özel bir cezalandırma biçimine dönüştüğünden kimsenin kuşku duymadığı uzun tutukluluk süreleri, hatta tutuklama uygulamasının ta kendisidir.
Tutuklama bir tedbir. Yargıç, eğer bir sanığın kaçma veya delilleri karartma şüphesi olduğuna karar verirse uygulanıyor. Daha doğrusu uygulanması gerekiyor. Ama bizde tutukluluk sanki bir suçluluk karinesi, tahliye ise beraat karinesi.
Baksanıza, mahkeme Aziz Yıldırım’ı ve diğer sanıkları cuma günü tahliye etmedi, pazartesi edeceğini bile bile onların üç gün daha hapiste kalmasını tercih etti. Çünkü büyük ihtimalle cuma günü tahliye kararı çıksa bu kamuoyunda ‘beraat karinesi’ olarak görülecekti. Tersi ise risksiz bir tutumdu. Tabii insanların hayatlarından üç gün daha çalınmış, ne gam.
Bizde uzun yılların gözlemi şudur: Mahkemeler bazı uygulamaları yaygınlaştırır, kamuoyunda bu uygulamalara tepki doğar ve sonunda siyaset sessiz kalamaz, yasalarda değişiklik yaparak mahkemelerin bu uygulamasını kaldırmaya çalışır. Bu aslında bir nevi yargıya, hatta görülmekte olan davaya müdahaledir ama ‘meşru’ görüldüğü için kimse ses çıkarmaz.
Tutuklama konusunda da aynı şey oldu. Siyaset sessiz kalamadı, yasa değiştirdi.
Oysa bütün bu tahliye kararlarını mahkemeler alabilirdi. Hakkındaki deliller toplanmış olan sanıkları salıverebilir, onların kaçmaması için de türlü çeşitli tedbirler alabilirdi.
Hayır, bunun yerine insanların hapiste kalmaya devat etmesine karar verildi her seferinde.
Mustafa Balbay’ın, Tuncay Özkan’ın, Mehmet Haberal’ın hâlâ hapiste olmasının gerekçesi nedir? İlker Başbuğ neden hâlâ tutukludur?
Mahkemelerimiz kendi söküklerini dikmeye başlamadıkça yargıya siyasi müdahale tartışması da sona ermez.
Savcılık soruşturmalarının kalitesi artmadan yargı düzelmez
BİR konuda savcının duyduğu ‘yeterli şüphe’ onun o konuyu soruşturmaya alması için kafidir ve öyle de olmalıdır.
Bir adli soruşturma, ancak ve ancak ‘şüphe’ ile açılabilir. Ancak soruşturmanın davaya dönüşmesi için ‘şüphe’ yetmemelidir. Bizde maalesef yetiyor.
Savcılarımız, ‘Ben bir şeyden şüphelendim, şu insanlar hakkında soruşturma başlattım, aylarca onları soruşturdum, sorguladım, özgürlüklerini kısıtladım, sonunda bendeki şüpheler daha da arttı, eldeki delilleri de yeterli görüyorum, davayı açıyorum’ diyebiliyor ve geri kalan delilleri toplama işini mahkemenin üzerine yıkabiliyor.
Mesela Hrant Dink cinayeti davasında suçun örgütlü suç olup olmadığı konusu aynen böyle gerçekleşti. Savcı, mahkeme örgüt suçunun kanıtlanması işini mahkeme aşamasına bıraktı.
Hatırlayın, mahkeme sonunda savcı ile yargıç birbirine girdi. Yargıç, ‘Bize yeterli delil sunulmadı’ dedi, savcı ‘Toplamadınız ki’ dedi.
Gerçek bir yargı reformu yapacaksak, işe savcıların soruşturma kalitesini arttırarak ve bu yolla onların mahkemelerden mahkumiyet kararı aldırma yüzdelerini arttırarak başlamalıyız.
Daha önce rakamları yazdım, hakkında ceza soruşturması başlatılan 100 kişiden yaklaşık 17’sini mahkum ettirebiliyor savcılarımız.
Paylaş