Paylaş
Bir oyun var ortada.
Oyun kurucu biz değiliz.
Zorla sahaya itiliyoruz.
Oynamazsak, diskalifiye oluyoruz.
Mecbur, oynuyoruz.
Ama oyun kurucu keyfe keder oyunun kurallarını değiştiriyor...
Hadi bakalım, sil baştan.
Ne biz oynamak istemişiz...
Ne biz onun kurallarıyla oynamak istemişiz...
Ama kaybetme riski var.
Bedeli büyük. Ona da razı değiliz.
Mecbur, yine oynuyoruz.
Fakat oyun kurucu siyasetçi.
Doğası gereği oyuncu.
Biz, sokaktaki adamız.
Düzüz, netiz.
Siyasetin gereği kıvraklıktan, kılıf becerisinden, sağ gösterirken sol vurmadan yoksunuz.
Kerhen bir söz hakkına sahibiz.
Karşıdaki kaçın kurası.
Okşar gibi yaparken vurmakta usta.
On adım sonrasını hesaplamakta mahir.
Golü takımının hanesine yazdırmakta üstat.
Bir vakit inanmışız. Devlet evladını korur, demişiz.
Sözünden çıkmayan evlatlarına şefkatle yaklaşıp diklenenleri üvey sayacağını hesaplamışız belki ama konduramamışız.
Büyüyünce, kirlenmiş dünya.
Epey olmuş evden atılalı...
Evden atmış bizi ama...
Hâlâ üzerimizde hak sahibi.
Ne yiyip içeceğimizi, kaç çocuk doğuracağımızı, o çocukların istikbalini o belirliyor.
Ve gün geliyor...
“O çocuğu doğuracaksın” diye diretiyor, “Ne pahasına olursa olsun”...
Biz tam, “hak mak” diye gevelerken...
Hooop, oyunun kuralını değiştiriyor.
Mesele geliyor, tecavüze dayanıyor.
Sanki bu ülkede kürtaj sadece tecavüze uğrayan kadınların meselesiymiş gibi.
Demagojiye kurban gidiyoruz.
İzlediğim bir filmde barışın denklemi şöyle kuruluyordu:
İnsan haysiyeti + şefkat = barış
Bizim evdeki denklemde şefkat eksik.
Barışa giden yolda olmadığımız kesin.
Paylaş