ASLINDA pazar günü “möyle moktan mir monudan” bahsetmek istemezdim sevgili okur.
Fakat hem hayatıma “tesadüfün iğne deliğinden” geçerek giren iki Alman turiste -çok da utanarak- söz verdim, hem de konu “moktan” olduğu kadar mühim de... * * * Hafta içi, Beyoğlu’ndaki Balıkpazarı’nda her zaman alışveriş yaptığım kasapta siparişin hazırlanmasını beklerken kapıdan yaşlıcana iki turist girdi. Kadın gülümseyerek dükkânı incelerken eşi de kasap arkadaşlarla laflamaya başladı. Laflama derken, iki taraf da birbirinin dilinden anlamadığı için konuya futbolla giriş yapıldı. Kasap sordu: “Ver ar yu fırom mistır? Nerelisin usta?” Adam cevap verdi: “Cörmıni/Almanya”. Kasap eliyle düşen hava aracı simülasyonu yaparak sırıttı: “Bayern Münih, jüüüüüjt!” Neyse, bu noktada devreye girip taraflar arasında tercümanlık yaptım. Kasap köftesi tarifi, sucuk nasıl yapılır, vesaire. Çaylarını da ısmarladıktan sonra iyi bir restoran sordular. Nevizade’ye beraber yürüdüm, İmroz’daki elemanlara ellerimle teslim ettim, yoluma yürüyüp gittim. * * * Nürnberg’de yaşayan adam şükran duygularıyla kartvizitini verdi fakat iade-i ziyaret planı dahilinde Bavyera kasaplarını gezme niyetim yok. Turizme katkımın bu noktada sona erdiğini düşündüm haliyle. İki gün sonra bu kez Nişantaşı’nda kahve molası vermişken karşı kaldırımdan iki kişinin el salladığını fark ettim göz ucuyla. Baktım yine o çift. Yok artık daha neler?! 20 yıldır rastlaşmadığım arkadaşlarım var benim bu 15 milyonluk şehirde. İki gün arayla aynı insanlarla karşılaşsam “Takip mi ediyorsunuz birader?” derim şaka yollu ama bu başka bir durum. “Gelin kahve ısmarlayayım” dedim, içimden “Bu kahveleri Ertuğrul Günay’a masraf olarak yansıtırım kardeşim, turizm elçisi miyim ben?” şeklinde söylensem de. * * * “Yemek nasıldı, nasıl gidiyor İstanbul seyahati, kaç gün daha buradasınız (ona göre eve kapanacağım), otel nerede?” gibi sorularla ilgimi belli ettim. Tatlı insanlar, daha önce Türkiye’ye bünyeyi tuzlu suya bandırmak, güneş altında renk değiştirmek amacıyla defalarca gelmişler ancak bu ilk İstanbul seyahatleri. Daha önceki seyahatlerde “halı ve takı manyağı” oldukları için bu kez daha çok şehir hayatını ve müzeleri tanımaya odaklanmışlar. Adam merak küpü, sordukça sordu, cevapladıkça cevapladım. Kahve üstüne bir de çay ısmarladığım sırada yüzünü hafif mahcup, hafif ekşiterek “Madem gazetecisiniz belki bunu yazmalısınız” dedi. “Öksür bakalım abi...” dedim. * * * “Sultanahmet’te kalıyoruz, çok iyi bir otel. Dün de Topkapı Sarayı’nı gezdik” diyerek girdi söze. Bayılmışlar. Hem Topkapı’ya, hem manzaraya, hem barındırdığı eşsiz güzelliklere. “Eee, n’oldu, Kaşıkçı Elması’na bakarken önüne basketbol takımı mı denk geldi? Niye şikâyet edecekmişsin gibi bir hava seziyorum abi?” ifadesiyle dinlerken kötü haberi verdi: “O kadar ihtişamlı bir yerde o kadar kötü tuvaletler olmasına inanamadık...” Bir Türkiye vatandaşı olarak mümkün mertebe “umumi hela” konseptinden uzak yaşadığım için periyodik olarak gittiğim Topkapı’da tuvaleti hiç kullanmadım. Verdiği detayları, 72 milletten ziyaretçinin tuvaletler karşısındaki tepkilerini anlatmasam daha iyi olur. Ancak belli ki manzara çok “moktan...” * * * Topkapı Sarayı’nı yılda 3-5 milyon kişi geziyor. “Aman Avrupa’daki tuvaletleri de biliyoruz” diye bir savunma da olmaz. “Hürrem’in elbisesi pazen gibiydi, ecdadımıza hakarettir” diye hop oturup hop kalkana kadar bir zahmet o tuvaletleri (ve tabii diğer müze ve ören yerlerininkini de) elden geçirmek belli ki şart. Alman çiftin “Bak” diyerek gösterdikleri fotoğraftaki durum hakikaten çok vahimdi. Pazar gününüzü “möyle moktan mir haberle möldüğüm” için kusura bakma sevgili okur. Turizm hizmetim şimdilik sona ermiştir, iyi pazarlar Ertuğrul Bey...